27 Aralık 2010 Pazartesi

Sittin sene…

“Bu iş çok uzadı yeter artık, canımız çıkıyor, köleler gibi çalışıyoruz.”

24 Aralık’ta SENDER ve SİNE-SEN çağrısıyla bir araya gelip, AKM önünden yükseltilen bu şenlikli ortak sese, kulak veren kimse yok.

“Yerli dizi yersiz uzun” diye diye bir araya gelip, birbirimizle selamlaşıp-dertleşip ayrıldık.

Sonuç yok.

Buradan bir sonuç çıkmasının hiçbir olanağı da yok.

Alanda bir yasal düzenleme olmadığı gibi insafa gelmesini umduğumuz reklam verenlerin de, reklam alıp yayımlayanların da umurunda değiliz.

Peki, kim bu durumun muhatapları?

Hepsi aynı kişiler, aynı şirketler, aynı siyasal merkezler.

Bugün TV yayıncılığını elinde bulunduran üç medya kuruluşunun, bizler için çoktan ‘erişilmez’ olan pastayı, afiyetle paylaştıklarını hepimiz biliyoruz.

Bu yüzden, Doğan, Ciner ve Çalık gruplarının bizlerden yükselen sese kulak vereceklerini, taleplerimizi dinleyip bir çözüm üreteceklerini düşünmek saf dillik olur!

Olsa olsa emeklerimiz üstünde yeni dayatmadalar da bulunacaklardır.

İlk açıklamaları hayretle izler olduk.

“Kısaltalım ama oyuncu ve çalışan paralarını da yarıya indirelim. Zaten maliyetler çok yüksek”

Bizler de çok kolaycıyız hani!

Meselenin çözümünü, dizi sürelerinin kısaltılmasında buluyoruz.

Süreler 45 dakikalara filan inerse, kölelikten kurtulacağımızı umuyoruz.

Oysa bu da yanıltıcı bir düşüncedir. Yalnız başına sürelerin kısaltılması hiçbir sorunumuzu çözmez!

Hiçbirimiz tüm sanat alanlarında çalışan kaç arkadaşımızın sigortalı olduğunu bilmiyoruz, kaç arkadaşımızın sözleşmelerinin olduğunu, iş ve çalışma güvencesine sahip olup olmadığını bilmiyoruz.

Çalışan arkadaşlarımızın haklarını alıp-almadıkları sorusu ise, tam bir muamma!

Bildiğimiz şey, alanda dönen ve her gün birilerinin ceplerini kabartan ve de çok büyük rakamlarla ifade edilen büyük bir kayıt dışılık olduğudur.

Maliye Bakanlığı ve ekonomiden sorumlu beylerden ‘TV yayıncılığı-sinema ve tiyatro alanında kayıt dışılık var’ diye tek cümle duyanınız oldu mu?

Hayır.

AKP bütçe açıklarını kapatmak için yine çalışanlara, yoksullara, işsizlere, emeklilere faturalar keserek 332 oy ile 2011 bütçesini onayladı.

Öte yandan, sermaye gruplarına ve yandaş şirketlere ‘vergi affı’ diye anılan yasa tasarısının içinde, çalışanların ağzına çalınacak bir parmak acı bal var.

Bu acı balı, hepimizin yalamaya hazır olduğu da, ironik bir gerçeklik olsa gerek!

Peki, ülkenin sanat alanları olarak bu tartışmaların neresindeyiz?

Söyleyelim, hiç bir yerinde.

Her şeyi umuyoruz, sendikal haklarımızın verilmesini, alandaki haksızlıkların bir sihirli değnek aracılığıyla düzeltilmesini, yeni bir emeklilik düzenlemesinin yapılmasını, vergi ve sigorta borçlarının öteletilmesini, setlere ‘takım sözleşmesi’ uygulamasının getirilmesini, böylelikle kölelik sisteminin birilerince bitirilmesini umuyoruz.

Yani, hep beraber Godot’u bekliyoruz!

Oysa hepimizin ortaklaşıp çözmesi gereken asıl durum, bu kara kaos değil midir?

Bizim sorunlarımızı bizden başka kimler bilebilir?

Birilerinden ‘inayetler’ umdukça, hangi durumlara kadar itelendiğimiz görülemiyor mu?

Neden bu güne kadar TV, sinema ve tiyatro alanında bir meslek tanımlaması yoktur ve Sinema Emekçileri Sendikası (SİNE-SEN) örgütlenmesinde örnekleneceği gibi, alanda yasal yaptırımları olan bir sendikal örgütlenmenin önü, hangi gerekçelerle açılmamıştır?

Neden bu ülkenin bir sinema yasası yoktur?

Neden telif haklarında, “sanatçı ve benzeri yaratıcı haklar, komşu haklardır” diye tanımlanır?

Neden alanda ‘sigortasız, kaçak çalıştırılan’ binlerce emekçi yığılıp kalmıştır?

Bu kirlenmeden arınmak kimin, kimlerin işine gelmez?

Yanıtları açık. Kayıt dışılıktan beslenen sermaye gruplarının, bunlara göz yuman düzen siyasetçilerinin ve bu oluktan beslenen bildik asalakların!

Bir grup arkadaşımın iyi niyetle yola çıkıp kurmaya çabaladıkları OYUNCU-SEN içindeki ‘umma ve umutlanma’ duygusunun da tehlikeli bir yöneliş olduğunu, ilk toplantısına katılıp dile getirmeye çalışmıştım.

“Alanlara çıkıp haklarını talep etmeyenlere, gökten zembille haklar indirilmiyor, mücadele veren işçi örgütleri ile sanat alanları yan yana gelerek haklarımızı talep etmenin önünü açmalıyız, ne istediğimizi uluslararası örneklemelerini de sunarak anlatmalı-tanımlamalı ve öyle yola çıkmalıyız. Yoksa bu iyi niyet bizim belimizi büker”

Girişimci kardeşlerimden gelen yanıt, benim gibi birçok arkadaşımın da gülümsememizi sağlamıştı!

“17 Ocak’ta bu mesele çözülecek. Hükümet alanda meslek sendikası kurulabilecek düzenlemeler üstünde çalışıyor”

Bu umu bir ‘iyi niyet’ beklentisinin sonucu oluşmuş olsa gerek ya da şimdi adını koymakta erken olduğuna inandığımın tuhaf bir çapraz ateşin!

Oysa üstünde çalışılan yasa tasarısının bin bir kara deliği olduğunu işçi sendikaları-örgütler, bağıra-çağıra dillendiriyorlar.

Dilerim ben yanılırım, dilerim işçi sendikaları yanılır, dilerim çalışanların hakları için ortaya çıkıp taleplerini haykıranlar yanılır da bu düzenlemeler istendiği gibi yapılır!

Yoksa hep beraber yeni bir Godot beklemeye başlayacağız!

O da sittin sene gelmek bilmeyecektir.



oaydinoaydin@gmail.com

20 Aralık 2010 Pazartesi

Şaklaban…



“Bitti bu iş, buraya kadarmış, ülkenin neresine gidersen git seyirci yok.”

Son günlerde, turneye çıkan gruplardaki oyuncu arkadaşlardan ve tiyatro organizatörlerinden duyduğum bu yakınma, meslek alanımızın ne denli daraltıldığının net ifadesi olsa gerek.

İstanbul’da kapalı gişe oynayan oyunlar bile, Anadolu’da seyirci bulmakta zorlanıyor!

Bunun elbette birçok nedeni var.

AKP dönemi ile başlayan süreç, halkın tiyatroya olan ilgisini öteletti. Kent kültürleri yok edilerek, çalışan yığınlar yoksullaştırılarak ve örgütlü davranış gösteren yapıların üzerlerinde baskılar kurularak oluşturulan bu durum, sanatın düşman ilan edilmesiyle doruğa ulaştırıldı.

Ancak, Anadolu’da sanatsal duyarlılığın yitip-gitmesinin, yerinin gericiliğin ve ırkçılığın hamasi söylemleri-uygulamalarıyla dolduruluyor olmasının sorumluluğunu, yalnız başına sistemi eline geçiren kara akla bağlamak, sağlıklı bir saptama olmasa gerek.

Tiyatroyu eğer sıradan bir ‘güldürme-eğlendirme-hoş vakit geçirtme’ olarak ele alır ve de bu anlamsızlıkları güçlendirecek ‘sulu-zırtlak’ oyunlarla seyircinin karşısına çıkarsanız, tiyatro seyircisini salonlardan kendiliğinden ötelemiş olmaz mısınız?

Ülke yoksullukla kıvranırken, hukuksuzlukla didişirken, açlık sınırında onurunu korumaya çabalarken; ‘vur-patlasın-çal oynasın’ işlerle akıl zenginleştirici bir etki yaratmak mümkün müdür?

Anlayacağınız alanın kendini sorgulaması gereken ‘vahim bir durum’ oluşmuş durumdadır.

Bugün tiyatromuz, kendi gerçekliği ile halkının gerçekliği örtüşmeyen ‘işler’ üretmekte ve gerçek anlamıyla hiç bir ‘görevi’ olmayan oyunlarla insanları buluşturmaya çalışmaktadır.

Baskı dönemlerinde ortaya çıkan korkunun, ecele hiç bir faydası olmadığını birlikte gördük oysa.

Hem 12 Mart, hem 12 Eylül darbelerinde hepimiz inim inim inletilirken, sisteme eklenmeyi düşünmeden, tiyatronun değiştirici-yenileştirici-devrimci gücüne sarıldık ve birlikte başımızı kaldırdık.

Elbette o dönemlerde de ‘çürük yumurtalar’ vardı.

Ama sistemin kucağında, doğruya-gerçeğe yüz çevirip gününü gün edenlerden, bugüne kalmış tek bir sözcük yoktur!

Ne gece yarısı baskınları-yasaklamalar-tutuklamalar-sansürler, ne açıktan yapılan provokasyonlar ne de yardakçılık, gerçekçiliğin üstünü örtmeyi başaramadı.

İnsanlığın yaşadığı sorunları sahnelerine taşıyıp, tartıştıran-akıl açan-bu arada da güldürüp eğlendiren ama doğruyu anlatmaktan hiç bir zaman uzak durmayan tiyatrolara bu halk hep sahip çıktı.

Böylelikle gericilik ve ırkçılık dalgasının püskürtülmesine katkı sunuldu. Baskı, birlikte yenildi. Korku duvarları birlikte parçalandı. Demokratik talepler birlikte dillendirildi.

Sanatçılar, hak ihlallerinin olduğu her yerde halkıyla yan yana gelmeyi başarabildi. Adlarının önüne ‘sanatçı’ unvanı da bunun için konuldu.

Bu gün yaşadıklarımızdan kurtuluşun reçetelerini yazacak değiliz elbette ama akıl, eğer insan aklıysa, buradan çıkışın yine birlikte bir davranış göstermekten geçtiğini saptamak gerekir.

Doğrudur. İşimiz daha da zordur.

Tüm yaşam alanlarımız kuşatılmış, halk örgütsüzleştirilmiş, toplumsal duyarlılıklar tırpanlanmış, birlikte yaşama ve üretme kültürlerinin üstünden geçilmiş ve tiyatromuz yalnızlaştırılmıştır.

Ama buradan çıkışın da yolu vardır.

Tiyatromuz, önce kendi yüreğinin sesine kulak vererek, bu kara örtüyü üstünden atabilir.

Bunun tek yolu vardır o da, ülkeye sahip çıkmak duyarlığını bir ‘silah’ gibi kuşanmaktan geçmektedir.

Bu ülkenin biriktirdiği kültürel ve sanatsal zenginlik hiç küçümsenmemeli ve iyiye-güzele-doğruya yürüyüş sahnelerimizi tekrar kuşatmalıdır.

Tersi davranışın bizleri getirdiği durum ortadadır.

Eğer gün 24 saat canı yakılan bir halkın yanında değilsen, ürettiklerin onun daha da yalnızlaşmasına neden olacak ‘eften-püften’ içerikler taşıyorsa; sen de sıradanlaşıp, gününü gün eden bir duruma iteleniyorsan, oradan sanat-sanatçı çıkmaz.

Oradan çıksa çıksa şaklabanlar çıkar.

Bir ülkenin bunca şaklabana ise, hiç ama hiç gereksinmesi yoktur.

oaydinoaydin@gmail.com

13 Aralık 2010 Pazartesi

Çürükçü…

İnanmayacaksınız ama araştırdım.

Mahalle bakkalı Kenan’dan başladım.

“Çift sarılı” olanları ile “köy” olanlarını övmekle bitiremedi.

-Toptan kaça alıyorsun bunları?

Bizim Kenan kurnazdır, lafı eveledi geveledi, sonunda;

-Belli olmuyor abi piyasa bu, hemen her hafta zam geliyor, ne kadar lazım?

Anladım ki sağlıklı bilgiye ulaşmak zor, Kenan sır vermiyor o zaman bir toptancısını filan bulmalı diye düşündüm. İnternete baktım, ülke bu anlamda cennet, her fiyata var.

‘Size kaç ton lazım’ diyenler, ‘kaç koli’ diyenler, ‘sürekli mi alacaksınız yoksa tek parti mi’ diyenler, ‘günlük olarak adrese teslim’ diyenler.

Anladım ki memleket yumurta kaynıyor.

Toptan ve biraz fazla alınca, inanın sudan ucuz.

Oh rahatladım.

Yalnız son konuştuğum Yalovalı üretici Ali Beyi biraz zorladım galiba ki, adam bana sinirlenmeye başladı.

-Yahu kardeşim çürük malı niye tutalım burada, depolarımız var, o depolarda malın bekleme süresi var satıldı satıldı, satılmadı yallah çöpe.

-Yazık değil mi Ali Bey?

-Niye yazık olsun çürüyor mal.

-Çürük yumurta işe yaramıyor demek ki.

-Yaramaz tabi çürük yumurta’nın kokusu iğrençtir.

-Nasıl anlıyorsunuz?

-Neyi?

-Çürüdüğünü?

-Bekletme süresi dolunca kontrol ediyoruz, olmadı kırıp bakıyoruz ne durumda diye.

-Peki, elinizde bekletme süresi dolmuş yani çürümeye yüz tutmuş kaç ton-koli malınız var?

-Ne yapacaksınız çürük yumurtayı beyefendi, yenilmez-kullanılmaz, zehirler adamı. Pastacı filan mısınız?

-Yok değilim, benimki merak.

-Araştırma yapıyorsanız söyleyeyim pasta fabrikalarına, bisküvi fabrikalarına yetiştiremiyoruz bazen. Onlar günü geçmiş-gelecek dinlemezler, yeter ki ucuz olsun alırlar. Ama sizin gibi böyle, peşinen çürük isteyenini hiç görmedim-duymadım desem yalan olmaz.

-Ben hayırlı bir iş için kullanmak istiyorum.

-O zaman bir iki kuruş daha indiririz, yani yaparız bir şeyler.

-Ama böyle kırılınca, o iğrenç dediğiniz koku bulaşsın ortalığa istiyorum, hani yapışınca çıkmasın, lekesi kalsın atılan yerde.

-Tamam buluruz. Olmadı sizin için bekletiriz fazladan, tam istediğiniz kıvama gelir, ne kadar lazım?

-Bir kamyon.

-Ellilik koliler var, yüzlük koliler var, siz koli sayısı bildirin.

-Şöyle diyelim Ali Bey, memlekette pisliğe bulaşmış ne kadar yiyici-hırsız-dolandırıcı, hak gasp eden, ihlalci, yolsuzlukçu, istismarcı, halkı kandırıp günde beş vakit yalan söyleyen, yardakçı, liboş-dönek, işbirlikçi, köşe dönücü, katil varsa işte onlara yetecek kadar istiyorum.

-Ha anladım. Ama işin zor be kardeşim. Ülkenin tüm yumurtalarını toplasan yine baş edemezsin!

-Olsun siz yine de elliliklerden üç bin koli gönderin, parası da peşin. Benim gücüm şimdilik bu kadarına yetiyor.

Sonunda anlaştık, Yalova yakın, taşıma ücreti de fazla tutmuyor.

Anlayacağınız, baktım ki meslek karın doyurmuyor, tiyatro her geçen gün daha kan kaybediyor; elinde oyunun olsa oynayacak sahne yok, sahne buldun seyirci dipsiz kuyuda, uğraş dur. Bıktım, ben de yumurtacılığı akıl ettim. Bari memlekete bir hayrımız dokunsun dedim!

Dilerim yanılmam, görüldüğü kadarıyla şimdilik işe yarıyor.

Önümüzdeki dönem, bu üç bin koli çürük yumurtayı elimden çıkardım çıkardım, çıkaramadım vay benim halime, vay memleketin haline.

oaydinoaydin@gmail.com

5 Aralık 2010 Pazar

Ateş ve duman…
Haydarpaşa ateşe verildi.
Evet, tam da böyle oldu. Koruma Kurulu kararlarıyla koruma altında olan bir kültürel dokunun-kalıtın içinde, Koruma Kurulu’ndan habersiz tadilat-onarım-tamir gibi işler bile bile ve en özensiz biçimiyle yapılıyorsa, akla başkaca hiç bir şeyin gelmesi olası değildir.
Yangın tüm vatandaşlar gibi devlet tarafından da seyredilmiştir.
Canlı yayınlarda birlikte izledik. İtfaiye yangın yerine geç ulaşmıştır.
İstanbul gibi 15 milyon insanın yaşadığı ve kültürel dokusuyla zengin bir kentte böylesi bir yangına havadan müdahale edilmemesi ya bir akıl tutulmasıdır ya da açıktan kasıt içerir.
Haydarpaşa hiç kimsenin babasının çiftliği değildir. O bina tüm dünya insanlığının ortak mirasıdır ve öyle kalmalıdır.
Niyet okuyucu değiliz elbet ancak, daha önce o alan için düşünülen tasarruflar, yangında kastı güçlendirmektedir!
Bu anlamda, İMO (İnşaat Mühendisleri Odası) bildirisini sizlerle paylaşarak, yaşanılan tüm sürecin tarafınızdan da bilinmesine katkı sunmak isterim.
“Tarihi Haydarpaşa Garı‘nda çıkan yangın, birilerinin "otel mi olacak, yerine gökdelen mi dikilecek" tartışmasını bitirdiği izlenimini veriyor.
Haydarpaşa Garı, yüz yıllık tarihinde birkaç kez tehlike atlattı fakat bugün kendisine yönelen tehditler, bugüne kadar olanların toplamından daha fazla. Çünkü Haydarpaşa bugün tarihe saygısı, estetik anlayışı, vicdanı ve kamuoyu duyarlılığı olmayanlar tarafından yok edilmek isteniyor. Çünkü Haydarpaşa Garı‘nı yok etmek isteyenler bugün Türkiye‘yi ve İstanbul‘u yönetiyor.
Kentsel rant oranının çok yüksek olduğu bölgenin turizm ve ticarete açılmak istenmesinin önündeki en büyük engel olan Haydarpaşa Garı ilk önce yıkılmak istenmiş, kamuoyu büyük tepki gösterince bu sefer yıkmadan yağmalanması düşünülmüştür.
Yaklaşık 5 sene önce yerine gökdelen yapılması gündeme gelen tarihi gar, geçen yıl da İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylanarak koruma kuruluna gönderilen imar planıyla "kültürel tesis, turizm ve konaklama" alanı olarak belirlenmiş, Haydarpaşa Limanı‘nın gerisindeki bölgeye de yüzde 60 oranında yapılaşma getirilmişti. Bunun anlamı garın ve gar bölgesinin otel olarak kullanılacak olmasıdır. Ayrıca ülkemizdeki demiryolu ulaşımına dönük tehditlerin de bir parçası olan bu durum bize göstermektedir ki siyasi iktidar "demiryolu nostaljisi" yaşatılacak turizm işletmeleri yaratmak istemektedir.
Haydarpaşa‘da "çıkan" yangın, tarihi binanın bir süre sonra can güvenliği nedeniyle gar olarak kullanılamayacağına ilişkin bir kararın ve ardından rant alanı haline getirilmesine dönük çalışmaların habercisi gibidir.
Yangın söndürme çalışmaları dahi bu niyetin göstergesi gibidir.
Üstelik çatı katında olmasına rağmen yangına havadan müdahale edilmemesine ilişkin yetkililerin açıklaması doyurucu değildir. Yangın sonucu 4. katı da saran alevlerin daha da yayılması sonucu binanın çökme tehlikesiyle karşılaşacağı çok açıkken ahşap direkler üzerine oturtulmuş binada yeterince yangın önlemi alınmamasının sorumluları belirlenmelidir.
Gar içinde yapılan tadilat çalışmalarına ilişkin şüpheler de dile getirilmektedir. Tadilatın belediye denetiminde ve ruhsatlı olmadığı; tarihi binanın yapısına uygun yapılıp yapılmadığı; doğru malzemelerin kullanılmadığı gibi iddialar yangın sebebine ilişkin ciddi şüpheleri de beraberinde getirmektedir.
Her ne sebepten olursa olsun bir yangının çıkmış olması dahi en basit ifadeyle tarihi Haydarpaşa Garı‘ndaki özensizliği göstermektedir.
Haydarpaşa Garı tarihi ve kültürel özellikleriyle ülkemizin en önemli simgelerindendir. Gar estetik değeri ve mimari nitelikleriyle de yapım amacına uygun olarak korunması ve yaşatılması gereken bir yapıdır. Haydarpaşa ayrıca Türkiye‘deki en önemli kamusal alanlarından biri olduğu gibi ve toplumsal belleğimizin de en değerli mekânlarındandır.
Haydarpaşa Garı ne yanabilir ne yıkılabilir ne de kendinden başka bir şeye dönüştürülebilir. Çünkü Haydarpaşa, İstanbul‘un; İstanbullunundur. Haydarpaşa İstanbul‘a bir kez bile gelmese de onu bir kez anmış olan herkesindir.”
Gözlerimizin önünde yakılan ve şimdi viran edilmiş gibi yalnızlaşmaya terk edildiği gözlenen Haydarpaşa, tarihsel zenginliğimizin en önemli varlığı olmaya devam edecektir.
Ne Haydarpaşa’da çekilen film karelerini, ne orada başlayıp Anadolu’ya yol alan destanları-şiirleri, ne de orada yaşanan aşkları-acıları-elemleri-kederleri-hasretleri-yalnızlıkları; söylenen şarkıları-türküleri hayatlarımızdan söküp almaya hiçbir hain ateşin gücü yetmeyecektir.
Bir an için tüm bu gerçeklikleri yaşanmışlıklar olarak varsaysak bile; Nâzım Hikmet’in Haydarpaşa’nın merdivenlerinde başlayan ve bir Anadolu Katarı’nda çoğalarak devam eden ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ destanı, her sözcüğü ile aklımızı zenginleştirecek güçtedir.

“Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telâş
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-Galip Usta-
tuhaf şeyler düşünmekle
meşhurdur:
"Kâat helvası yesem her gün" diye düşündü
5 yaşında.
"Mektebe gitsem" diye düşündü
10 yaşında.
"Babamın bıçakçı dükkânından
Akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü
11 yaşında.
"Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar" diye düşündü
15 yaşında.
"Babam neden kapattı dükkânını?"
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına"
diye düşündü
16 yaşında.
"Gündeliğim artar mı?" diye düşündü
20 yaşında.
"Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?"
diye düşündü
21 yaşındayken.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
22 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
23 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında "İhtiyarladım" dedi,
"babamdan bir yıl fazla yaşadım."
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına:
"Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
diye düşünüyor.
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.

Denizde balık kokusuyla
Döşemelerde tahtakurularıyla gelir
Haydarpaşa garında bahar
Sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenlerden çıkıp
merdivenlerde duruyorlar.”
oaydinoaydin@gmail.com.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Suç işliyorsunuz…

Değerli okur,

Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosunun yıkım süreci ile Atatürk Kültür Merkezini kapatma- yıkma-onarma süreçleri birbirleriyle örtüşen süreçlerdir.

Aşağıda paylaştığım belge, satır araları incelendiğinde AKM olayının dününü ve bugününü ortaya çıkarmaktadır.

Okuyacağınız suç duyusu metninin içeriği, sanat örgütlerince 22.7.2010 tarihinde AKM önünde yapılan bir basın açıklaması ile tüm alanlarla, basınla paylaşılmıştı.

Aynı gün öğleden sonra İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na verilen dilekçemiz şu ana kadar işleme konulmadı.

Bu ülkede yaşayan ve “kanun önünde eşitlik ilkesine” inanmak isteyen yurttaşlar olarak, Başsavcılığın suç duyurumuza bir yanıt vermemiş olmamasını sizlerin de değerlendirmelerine sunuyorum.

AKM ile ilgili hemen her gün yeni bir hayalet haber ortalıkta dolaşır oldu. Kültür Bakanı başka, 2010 Ajansı başka, Başbakan başka açıklamalar yapıyor.

Yine AKP yandaşı kalemşorlar sayesinde ise ortalık kirli bilgiden geçilmiyor

Ancak, söz konusu kurumlar ve bireyler AKM için verilmiş yargı kararını dikkate alma gereği duymuyor, yokmuş gibi davranıyorlar.

Yanlış okumadınız, sorumlular yargı kararlarını dinlemiyor-uygulamıyorlar, basın işine geldiği davranıp bilgileri karartmaya çalışıyor.

Böylelikle insanlık aptal yerine konup, birlikte suç işleniyor.

Başbakan’ın AKM konusundaki düşüncelerini de bilen biri olarak, yıkıma karşı yapabileceklerimizin yasal çerçevelerde seyredeceğinden, gerekli tüm demokratik haklarımızı sonuna kadar kullanacağımızdan kimsenin şüphesi olmamalı.

Bu mücadele tüm hukuk yollarını tüketene kadar sürecektir, yeter ki önce iç hukuk işletilsin.

Ancak, benim ülkemde hiç ama hiç bir kıymeti olmayan “hukuk herkes içindir, günü gelir size de gerekir” güzellemesi, yaşadığımız süreçte tüm değerini yitirmiş durumdadır!

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının, üstünden 4 ay geçmesine karşın işleme koymadığı suç duyurusu metnimiz şöyledir.

İSTANBUL CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA

MÜŞTEKİ: Kültür Sanat ve Turizm Emekçileri Sendikası
SANIKLAR: 1-Kültür ve Turizm Bakanlığı Yetkilileri
2-İstanbul 2010 Avrupa Kültür Ajansı Yetkilileri
SUÇ: 2863 sayılı Yasa ile 5706 sayılı Yasaya aykırılık ve Görevi ihmal.

AÇIKLAMALAR: Atatürk Kültür Merkezi, Haziran 2008 tarihinden itibaren yaklaşık iki yılı aşkın bir süredir “tadilat yapılacağı” gerekçesiyle kapalı bulunmaktadır.
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından bu nedenle sanat faaliyetlerine ara verdirilmiştir.
Bu süreçte, kentsel sit alanında kalan ve 1. grup tescilli bina olan Atatürk Kültür Merkezi’nin 2863 sayılı yasa, yönetmelik, yönerge, ilke kararları ve kararların devamlılığı ilkelerine aykırı olarak 24.12.2008 gün ve 2268 sayılı kararla Koruma Bölge Kurulu tarafından onaylanan projenin iptal edilmesi amacıyla Kültür Sanat Sen tarafından açılan davada; İstanbul 9. İdare Mahkemesi bilirkişi incelemesi sonucunda Atatürk Kültür Merkezinin yıkım ve tadilat çalışmalarını yasaya ve mevzuata aykırı bularak iptal etmiştir.
Bu süre içerisinde yapılan tadilat ve onarım çalışmaları sonucunda Atatürk Kültür Merkezi tahrip olmuş ve kullanılamaz durumda bırakılmıştır.
Bunun sonucu olarak söz konusu yerde sanat çalışmaları icra edilemez hale gelmiş ve sanat çalışmalarının yapılması için İstanbul’un çeşitli yerlerinde kiralık mekânlar tutularak ayrıca kamu zarara uğratılmıştır.
Bunun yanı sıra Atatürk Kültür Merkezi’nin kapalı olması nedeniyle İstanbul halkı Opera, Bale, Tiyatro, Koro, Topluluklar ve Orkestra temsillerinden yoksun kalmıştır.
2863 sayılı yasanın 10. Maddesi gereği Kültür ve Turizm Bakanlığı bizzat kendi idaresinde olan tescilli yapının korunmasına ilişkin tedbirleri almakla sorumlu olduğundan yapılan onarım işinde denetim görevini yerine getirmemiş ve yasa hükümlerini ihlal etmiştir.
Atatürk Kültür Merkezi tadilatı ile ilgili anılan iptal kararından sonra Bakanlık tarafından söz konusu projenin revize edildiği yapının tamiri ve tadilatı için yeni projelerin hazırlanarak Bakanlıkça onaylandığı ve 05.05.2010 tarihinde İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansına gönderildiği bilinmektedir. Ancak ajans süresinin 31.12.2010 tarihinde sona ereceğini belirterek bu bahane ile tadilat için gerekli olan ödeneği sağlamamakta ve henüz görev süresi dolmamasına rağmen bu yasal sorumluluğu yerine getirmemektedir.

Tahrip olmuş ve kullanılamaz hale gelmiş olan Atatürk Kültür Merkezi’nin koruma ilkelerine uygun olarak onarımının bir an önce yapılıp, kültür ve sanat etkinlikleriyle İstanbul halkının hizmetine açılması gerekmektedir.
Halen yürürlükte olan yasal düzenlemelere göre bu onarım için kaynak aktarmakla görevlendirilmiş olan bir tüzel kişiliğin kaynak aktarmamasının yasal bir dayanağının olması gerekir.
Henüz yasal süresi dolmadan Ajansın bunu ileri sürerek bu görevi yerine getirmekten kaçınması keyfi bir karardır.
1-/ 2863 sayılı Yasanın 10. maddesinin “Her kimin mülkiyetinde veya idaresinde olursa olsun, taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının korunmasını sağlamak için gerekli tedbirleri almak, aldırmak ve bunların her türlü denetimini yapmak (Ek ibare: 5226 – 14.7.2004. / m.4)” veya kamu kurum ve kuruluşları ile belediyeler ve valiliklere yaptırmak” Kültür ve Turizm Bakanlığına aittir.” hükmü ve 4848 sayılı Kanunun 2. maddesi ile Bakanlığa verilen tarihi ve kültürel varlıkların korunması ve denetimi görevi yerine getirilmeyerek Bakanlığın idaresinde olan tescilli Atatürk Kültür Merkezi binası yapılan onarım işlemi ile tahrip olmuştur.
Öte yandan İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı; 5706 sayılı İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Hakkında Kanun’un 44 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki özel hesaptan; İstanbul İl Özel İdaresi bütçesinden, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi bütçesinden, Başbakanlık Tanıtma Fonundan ve Koordinasyon Kurulu tarafından kararlaştırılacak miktarda bu Kanunun 12 nci maddesi uyarınca açılan özel hesaptan aktarılacak ödenekler, her yıl Ocak ayı sonuna kadar Kültür ve Turizm Bakanlığı adına bir ulusal bankada açılacak özel hesaba bu Kanun kapsamında harcanmak üzere yatırılır. Bakanlık bu hesaptan aşağıdaki işleri yaptırır:
a) İstanbul ili Beyoğlu ilçesi Gümüşsuyu Mahallesi 750 ada 104 parseldeki Atatürk Kültür Merkezi’nin bulunduğu bu parsel ile İstanbul Büyük Şehir Belediyesine ait 105 numaralı parsel ve eklenebilecek diğer belediye ve Hazine arazilerinden oluşacak alanda yeni Atatürk Kültür Merkezi binalarının ve müştemilatının Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu kararı ve görüşleri doğrultusunda projesi ve inşaatının yapım işleri.
b) İstanbul ili Eyüp ilçesi 268 ada 17 parseldeki Rami Kışlası olarak kullanılan alanda, İstanbul Kütüphanesi ve Kültür Merkezi binalarının ve müştemilatının röleve, yenileme ve her türlü projesi ile inşaatının yapım işleri.
c) İstanbul ili Şişli ilçesi Ayazağa Mahallesi 3 pafta 2 ada 38 parselde mevcut kültür merkezi inşaatının her türlü proje ve yapım işleri.
(2) Bu maddenin uyarlanmasına ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığınca belirlenir.”
Hükmüne göre Bakanlık, Atatürk Kültür Merkezi’nin onarım işini yapmakla sorumlu tutulmuştur. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, bu onarım işi koruma mevzuatına aykırı olarak yapılmış ve tescilli yapı tahrip olmuştur. Bizzat kendi idaresinde olan tescilli yapının korunmasına ilişkin tedbirleri almaktan sorumlu olan Kültür ve Turizm Bakanlığı bu Kanun kapsamında yapılan onarım işinde denetim görevini yerine getirmemiş ve anılan Yasa hükümlerini ihlal etmiştir.
2-/ Yukarıda anılan iptal kararından sonra, söz konusu projelerin revize edildiği, yapının tamiri ve tadilatı için yeni projelerin hazırlanarak Bakanlıkça onaylandığı ve 05.05.2010 tarihinde İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’na gönderildiği Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ekli yazısıyla öğrenilmiştir. (EK 2: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü’nün 25.06.2010 tarih 135138 sayılı yazısı)
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, 5706 sayılı Kanunun yukarıda anılan 11. madde hükmüne göre yeni projenin uygulanması için kaynak aktarma görevi bulunmasına karşın, 29.06.2010 tarih ve 253-762 sayılı yazılarından da anlaşılacağı üzere, (EK 3) Ajansın süresinin 31.12.2010 tarihinde sona ereceği belirtilerek bu görevi yerine getirmeyi ihmal etmektedir.
Oysa anılan Yasa hükmüne göre; proje ve uygulama giderlerinin karşılanması yani AKM’ nin onarımı ve gerekli olan ödeneğin sağlanması İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın sorumluluğundadır. Ancak Ajans henüz görev süresi dolmadığı halde, yasayla kendisine verilmiş olan bu görevi yerine getirmemektedir.
Yukarıda da belirtildiği üzere, tahrip olmuş ve kullanılamaz vaziyette olan Atatürk Kültür Merkezi’nin koruma ilkelerine uygun olarak onarımının bir an önce yapılıp, kültür ve sanat etkinlikleriyle İstanbul halkının hizmetine kavuşması gerekmektedir. Halen yürürlükte olan yasal düzenlemelere göre bu onarım için kaynak aktarmakla görevlendirilmiş olan bir tüzel kişiliğin kaynak aktarmamasının yasal bir dayanağının olması gerekir. Ancak henüz yasal süresi dolmadan Ajansın bunu ileri sürerek bu görevi yerine getirmekten kaçınması keyfi bir karardır.
Bu nedenle sanıklar hakkında TCK’nin 257. maddesine göre kamu davası açılmasını talep etmek zorunlu olmuştur.

SONUÇ ve İSTEM : Yukarıda izah etmeye çalıştığımız ve resen gözetilecek nedenlerle sanıkların eylemlerine uyan yasa hükümlerine göre cezalandırılmaları için haklarında kamu davası açılmasına karar verilmesini saygılarımızla arz ve talep ederiz.22.07.2010
Eyüp MUHÇU-Yavuz DEMİRKAYA-Orhan AYDIN

AKP’nin Yargı üstünde tahakküm kurarak, istediği gibi yönlendirdiği gerçeğini en iyi örnekleyenlerden biri de bu suç duyusunun İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından işleme konmamasıdır.

Sayın savcıya birileri ‘direktif mi’ vermiştir? Bilmek istiyoruz.

Görevlerini yapmayan yargı üyeleri hakkında karar verecek tek kurumun Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu olduğunu biliyoruz.

Söz konusu Kurulun bu durumla ilgili bir bilgisi var mıdır? Bilmek istiyoruz.
Daha ne kadar beklenecektir?

AKM bir hayalet binaya dönüştürülmüş, adeta kentin kalbi sökülüp alınmıştır.

Yoksa Haydarpaşa’nın göz göre göre yangına kurban edilmesi gibi, günü geldiğinde AKM de kurban mı edilecektir?


oaydinoaydin@gmail.com

21 Kasım 2010 Pazar

Hodri meydan…

Fazla değil iki yıl önce sokaklara döküldük.

“Sahnelerimiz yıkılamaz” diye ardı ardına eylemler gerçekleştirdik; TV ve yazılı basınla olup bitenleri paylaşarak, AKM ve Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnelerinin önünde seslerimizi ortaklaştırdık.

‘Yıkılamaz’ dediğimiz sahnelerden Muhsin Ertuğrul’un üstünden AKP’ nin dozerleri geçti.

O gün oradaydık.

Bedri Baykam ile birlikte, şimdilerde ‘düşmüş’ sanat yönetmeni Orhan Alkaya efendinin apar-topar terk ettiği odasından, iş makinelerinin tiyatronun üstüne üstüne sürülüşünü belgeledik.

Cinayete tanıklık ettik.

Ortada kimsecikler kalmamıştı. Alana giriş yasaklanmış, bölge de adeta terör estiriliyordu. Yayalara bile yol verilmiyor, yıkımı izlemek isteyen yurttaşlar, korumalar tarafından sokak ortasında sorgulanıyor, haber yapmak isteyen TV muhabirleri tartaklanıyor, geceleri inşaat alanı köpekli-polis desteği ile koruma altında tutuluyordu.

Tüm yıkım boyunca alanı izlemeye aldık.

TOMEB İstanbul Şube Başkanı Orhan Kurtuldu ve Kültür Sanat Sendikasından dostlarla yaşadığımız tanıklıklar, bir akıl tutulması örneği gibiydi.

Kentin en önemli alanlarından birinde, yine kentin en eski tiyatro salonu rant uğruna kurban ediliyordu; ve ne o tiyatroyu yıllarca dolduran seyirciler ne de o sahnede yıllardır seyircileriyle buluşan oyuncular ortada yoktu.

Tiyatro’nun önündeki heykele kepçeler hücum ederken, yüreğim ağlamıştı.

Hep sormuşumdur kendime, ‘dünyanın hangi çağdaş ülkesinde böyle bir düşmanlık olabilir ve hangi ülkenin sanatçıları bu tür bir duruma seyirci kalır?’ diye.

Yanıtı ortada.

Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkımı bir kanunsuzluk örneği olarak tarihteki yerini aldı.

İstanbul Cumhuriyet Savcılığı görevini yapmamış “yürütmeyi durdurma” kararını uygulamamıştı.

AKP’nin apar-topar hayata geçirdiği Kongre Merkezi düşü kısa zamanda gerçekleşti!

Şimdi bir zamanlar o yamaçta sülün gibi süzülüp duran Muhsin Ertuğrul sahnesinin yerinden beton bir çirkinlik yükseliyor.

Her gün önündeki dehlizden yüzlerce araç geçiyor.

Bu satırların okurları anımsayacaklardır; geçen yıl sahnenin açılışında nutuklar çekilmişti.

Orhan Kurtuldu, Orhan Aydın, Bedri Baykam gibi sanatçılar ile Mimarlar Odası adına Başkan Eyüp Muhcu, bizzat Başbakan tarafından “yıkıma, yeniliğe, çağdaşlığa karşı çıkanlar” olarak duyuruldu. Gösterimi yapılan videolarda konuşmalarımız, kurgulanmış biçimde ‘bir düşmanlık örneği’ diye sunuldu.

Yandaş basın, resimlerimizi yayınlayıp, söylediklerimizi çarpıtıp-bölüp-kesip haber yaparak, ‘düşmanlık örneğine’ bol bol katkı sundular.

Ülke halkı yine sustu.

Açılışta, salonu dolduran ‘yandaş’ sanatçılardan alkışlar koptu.

Sahneden Başbakana teşekkürler yağdıran, Belediye başkanını ele-avuca sığdıramayan bu beylerin ve hanımların adları, ‘belgeli’ bir biçimde tarihe kaldı.

Salon, açılışından iki ay sonra Şehir Tiyatrolarına verildi. Üstünden tam bir yıl geçti.

Gelin görün ki güneş balçıkla sıvanmıyor.

Olup-bitenler unutuldu sanılıyorsa, devlet bağırınca susulacak sanılıyorsa yanılıyorlar. İki yıl önce söylediğimiz her şeyin arkasında olduğumuzun bir kez daha bilinmesinde yarar var.

Bizlerin yıkım öncesi dillendirdiği tüm sorular, halen yanıtsız biçimde ortada duruyor.

Ayrıca, yapılan bina ile ilgili öngördüğümüz ve tüm teknik donanıma yönelik sıraladıklarımız, tek tek gerçeğe büründü!

Bu gerçekleri başlıklar halinde sıralarsak, ne olup bittiğine, binanın ‘yangından mal kaçırır gibi’ apar-topar yıkılıp yerine bu beton yığınının neden yapıldığına, AKP rantının dayanılmaz çekiciliğine ve salonun tiyatro için uygun tasarlanmış olup olmadığına dair sizlerin karar vermesi daha kolay olacaktır.

*Tiyatro binası olarak öngörülen bu yapının mimarı projesi kime aittir? Bu mimar, ülkemizde ya da dünyanın herhangi bir ülkesinde daha önce hangi tiyatro binasını tasarlamış-uygulamıştır?

*Yapılan bina kimin malıdır?

*Eğer bina Şehir Tiyatrolarına kira karşılığı verildiyse, bunun için İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin kasasından ayda kaç lira ve hangi şirkete ödenmektedir?

*Bir tiyatro salonunda olmazsa olmaz ‘kedi yolları’ dediğimiz ışık düzeneklerine ulaşma alanları işlevsel midir?

*Işık rampaları sahneyi görecek biçimde mi düzenlenmiştir?

*Ses sistemi kaç kez ‘müdahale’ gördü ve görmeye devam etmektedir?

*Açılışta bile zevatın başına bela olan ‘bar sistemi’ sağlıklı çalışır durumda mıdır?

*Döner sahne kullanılabiliyor mu?

*Her yağmur yağışında salon kaç yerinden akıtıyor?

*Salonun seyirci giriş-çıkış kapısı standartlara uygun mudur?

*Salonda seyircinin sahneyi ‘görüş açıları’ doğru mu tasarlanmıştır?

*Salon, Şehir Tiyatrolarının yıkılan sahnesi gibi ‘merkez’ olabilecek konumda mıdır?

*Kulisler, prova-kostüm-makyaj-aksesuar ve yönetim odaları yeterli midir?

*Fuaye yeterli midir?

*O tiyatro aynı anda kaç oyunun dekor-kostüm ve aksesuarlarını barındırabilir?

*Yangın ve benzeri önlemler için bina güvenlikli midir?

*Salon ayda kaç kez Şehir Tiyatroları oyunları için kullanılmaktadır?

*Salonun asıl sahibi Şirket, keyfi biçiminde yandaş derneklere-kuruluşlara-partiye salonu ‘tahsis’ ederken, Şehir Tiyatroları yönetimine danışmakta mıdır?

Bu soruların yanıtlarını verecek kaç kişi var? Merak ediyorum.

Geçtik AKP kurmaylarını ve yıkıma imza atan ‘düşürülmüş’ sanat yönetmenini; o gün orada alkışa durup el-etek öpenler, basında bizleri başbakanın küfürbaz ağzıyla karalamaya çalışanlar ne kadar utanıyorlardır dersiniz?

Utanma eşiği çoktan atlandı diyebilirsiniz.

Ancak, ben bir süre daha bekleyeceğim ve eğer bu sorulara yanıtlar oluşmazsa; savlarımın tamamını resimlerle-filmlerle, uygulanmış projenin ‘temel hatalarını’ bilirkişilerle kanıtlayacak, sonra da hem inşaat firması, hem yıkıma imza atan hanımlar-beyler ve Belediye başkanı hakkında, “kamu malına bilerek ve isteyerek zarar verme” suçlamasıyla dava açacağım.

Hodri meydan.

oaydinoaydin@gmail.com

15 Kasım 2010 Pazartesi

Ne istiyoruz…

Geçen hafta yayımlanan, ‘Gönüllü kölelik’ yazısı için birçok meslektaşımdan ileti aldım.

Bir kez daha yineleyelim, duymayan dostlar da duysun.

Yürürlükte olan 12 Eylül Anayasasına göre, tiyatro alanında bir sendika kurma hakkımız yok.

Bir anayasal değişiklik yapılmadığı sürece kurulacak her sendikal yapılaşma, daha ilk gününde ‘düşmüş’ olacaktır.

12 Eylül’den bugüne hükümetlerin gündemine girmeyen sorunumuz için, bugün de yapılan hiçbir şey yok.

Süreci birlikte yaşadık. Olup-bitenlerin hepsi yakın tarihlerde gerçekleşti.

Hemen her konuda mangalda kül bırakmayan Kültür Bakanlığı’nın, sanat alanlarını giderek tiyatromuzu özgür-eşit kılacak, uluslararası anlamda gelişip değişmesine katkı sunacak, alan çalışanlarının özlük hakları konusunda çabalar ortaya koyacak bir tek girişimi bile olmamıştır.

Bakanlık temsilcileri, geçen yılın sonunda, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen toplantılarda koro halinde, “kurun birliğinizi sizi muhatap alalım” diye ünlediler.

Bizler de, “hangi birlik, ne için, ne işe yarayacak, dünyada bu sistem terk edileli yıllar oluyor, imzalanan AB anlaşmalarında, alan örgütlenmelerinin sendika olması gerektiği konusunda önermeler var, neden o önermeler dikkate alınmıyor, birlik dediğiniz bir oda mıdır, dernek midir, nedir bu sihirli yapılanma?” diye sormuştuk. Yanıt tek cümleydi, “Telif haklarını başka türlü çözemeyiz.”

Sanki ülkedeki sanat alanlarının tek sorunu buydu.

Bakan bey baktı ki alanlara önerdiği yapılaşma kabul görmüyor, birtakım yandaşlarını makam odasında ağırlayarak, ‘meslek birliği’ kurulması için karar aldırttı.

Bilinen birlik, bir aylık bir zaman diliminde kuruldu, genel kurulunu yaptı, yönetimini seçti, sonra ne oldu?

Fıssss.

O gün bu gündür ses-seda yok.

Zaten ses çıkarma olanağı da yok.

Ama AKP bir adım atmış oldu ya, sen ona bak!

Bu çalışmaya ön-ayak olan arkadaşlar, nasıl tuşa getirildiklerini gün gelir anlayacaklardır diye umalım.

Peki, bu süreçte parlamentodaki muhalefet partileri ne yaptılar?

Onlar zaten hep seyirci idiler, yine öyle oldular.

Bizler, alan olarak ne yaptık peki?

Bizler de seyrettik.

“Umut fakirin ekmeği ye Mehmet ye”

Bu seyrin içinde ‘güven’ duygusu vardı, ‘samimiyet’ duygusu vardı, ‘inanma’ duygusu vardı!

Bunun için kürsülerden nutuklar çekildi, insanlar bir takım ‘ulvi istekler’ için birleşmeye çağrıldı.

Peki, şimdi gelinen yerde, ‘aldatılma-kandırılma-hiçleme’ asıl kimin niyetiymiş anlayabildik mi?

AKP girişimlerini ve alandaki çatlak seslerini ötelediğimizde, tiyatro ve oyunculuk alanında örgütlenmiş temel yapılaşmaları anımsamakta yarar var.

TO-MEB (Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği)
TO-DER (Tiyatro Oyuncuları Derneği)
KÜLTÜR SANAT-SEN (Kültür ve Sanat Emekçileri Sendikası-KESK)
SİNE-SEN (Sinema Emekçileri Sendikası-DİSK)
İŞTİSAN (İstanbul Şehir Tiyatroları Sanatçıları Derneği)
TOBAV(Devlet Tiyatrosu, Opera ve Balesi çalışanları Yardımlaşma Vakfı)

Ayrıca Sinema oyuculuğu, yazarlığı ve yönetmenliği alanında örgütlenmiş, üyelerinin büyükçe çoğunluğu tiyatroculardan oluşan ve alanlarında yaptıklarıyla öne çıkmış derneklerimiz de var.

ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği)
SODER (Sinema Oyuncuları Derneği)
YÖN-DER (Yönetmenler Derneği)
SEN-DER (Senaryo Yazarları Derneği )

Ve bütün bu yapılaşmaların çatısı olarak, yasa teklifi bile hazırlatan, ÖZERK SANAT KONSEYİ.

Görüldüğü gibi meydan boş değil. Dostlarımız, hak ve özgürlükleri için olması gereken örgütlenmeleri çoktan hayata katmış durumdalar.

İşte AKP’nin ve yandaşlarının görmek istemediği, tam da bu olsa gerek.

Anlaşıldığı üzere, kendisi gibi düşünmeyen-kendinden olmayan insanların oluşturdukları örgütlenmeler, bu zevat için ‘tehlikeli yapılar’!

Bu durumu böyle tanımlamak, birileri için ‘ayrımcılık’ yaftası yapıştırmaya neden oluyormuş!

Varsın öyle olsun.

Ayrımcılığın ne olduğunu ve alanda kimlerin ayrımcılık düşleri kurduğunu, kimlerin ‘yarılma’ oluşturarak yeni gedikler açarak örgütlenme iradesinin önüne dikildiğini, bunun için deyim yerindeyse, bütün arpalıklarını sonuna kadar açtığını bilmeyen yok!

Savım şudur ki sevgili kardeşlerim, eğer yeni bir SENDİKA örgütlenmesi ortaya çıksın, alanımızın ortak sesi ve soluğu olarak sistemle hesaplaşan bir çizgide özgürlük ve eşitlik kavgası vererek haklarımızı talep etsin ve de bunlar için sonuna kadar mücadele etsin diyorsak, bu yapılaşma yukarıda adlarını sıraladığım örgütlenmelerin katılımı olmaksızın olası değildir.

Ülkenin içinden geçtiği kırılma hattı büyüdü ve çatlak hepimizi yutacak bir derinliğe ulaştı.

Bu hattın üstünde, emekçi halkla çıkarlarını ve gelecek mücadelesini birlikte örmeyen bir sanat örgütlenmesinin şimdiden çatlağın ta dibine yuvarlanacağı öngörümü ise tartışmaya açarak; sendika kurma isteğimizin yolunun da, eşitlikçi-özgürlükçü-toplumcu bir Anayasa mücadelesinden geçtiğini, hiç unutmayalım isterim.

oaydinoaydin@gmail.com

8 Kasım 2010 Pazartesi

Gönüllü kölelik…

Özel tiyatro alanındaki yaratıcılar, tüm olanaklarını zorlayarak yeni bir oyun oluşturmak için geceli-gündüzlü çalışıyorlar.

Ancak, gelin görün ki yeni bir oyun üretmek, artık çok pahalı.

Bugün profesyonel bir tiyatronun, telif-dekor-kostüm-aksesuar,-oyuncu –çalışan ve mekân kiraları alt alta toplandığında, bu işi yapıyor olmak gerçekten akıl kârı olmasa gerek.

Tiyatroların içlerinde bankalara, faizcilere ve salon sahiplerine borçlu olanların sayısı azımsanmayacak kadar çok.

Devletin tüm tiyatroları sıkboğaz ettiği, sigorta, stopaj gibi benzeri vergi ödentileri ise giderlerin içindeki en büyük kalemler.

Bildiğimiz birçok tiyatronun, devlete olan borçları öylesine büyük rakamlar ki şaşarsınız.

Sanırsınız her bir tiyatro, ithalat ve ihracat yapan birer holding!

Bugün AST’ın belini büken en büyük yük, vergi borcudur.

Artık yalnızca tiyatro tarihimizin kahverengi sayfalarında kalan; Gönül Ülkü –Gazanfer Özcan Tiyatrosu, Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları, Ankara Birlik Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu için de bu böyleydi.

Birçok tiyatro ustası, devlete olan borçların kıskancında ürettiler ve öylece yitip gittiler.

2010-2011 tiyatro sezonunda perde diyen ya da demeye hazırlanan hangi tiyatrolar borçsuz acaba?

Bir elin iki parmağını geçmeyecektir.

Bu kıskaç, Devlet’in sanat alanına nasıl yaklaştığının en önemli belirtisi olsa gerek.

Neresinden bakarsınız bakın, hiçbir ülkede göremediğimiz ‘devlete karşı mali yükümlülükler’ bunun en temel belirtisidir.

Geçmişte polis-asker gibi devlet kurumlarının baskısı altında inletilen tiyatrolar şimdilerde, sistemin ‘hizmet kurumları’ olan belediyeler aracılığıyla baskı altındalar. Elektrik-su-doğalgaz gibi bir tiyatroda ‘olamazsa olmaz’ olan hizmet bedellerinden alınan ücretler de can yakıcı.

Oysa çağdaş devletler, sanat hizmeti veren bir yapının bu tür giderlerinin bir kısmını ‘kamu adına karşılar’.

Tiyatroların ‘devlete olan borçları’ bahsi açılınca, sormak istediğim birkaç soru var.

Bakanlık bu yılki “destek başvuruları” için, “vergi borçlarının yapılandırılmış olmasını ve sigorta ödentilerinin sıfırlanmış olmasını” şart koşmuştu.

Acaba ne oldu? Başvuruyu gerçekleştiren tiyatroların kaç tanesi bu koşulları yerine getirebildi?

Yoksa tüm tiyatrolar o bildik Türk aklına mı sığındılar?

Yani, insanların sigorta girişlerini yapıp, ilerideki ödentileri ‘Allaha havale’ yöntemi mi kullandılar?

Bilemiyoruz.

Belki de yasalarda en açık olan yönteme başvurup, “ kişilerin sigorta ödemeleri kendilerine aittir” maddesini içeren sözleşmeler düzenlediler!

Bakanlık şartlarından biri de; “destek verilen oyunun en az 25 gösterim yapmış olması ve bunun belgelenmesi”.

Bunu da yerine getiren kaç tiyatro var? Merak ediyorum.

Doğru oturup doğru konuşalım. Belki gerçekliğimize bir yanıt oluşturur.

Oyun ilan edip oynamadan ‘oynandı’ göstermek, salon sahiplerinden ‘oynandı belgesi’ almak, organizatörlerden benzeri belgeyi talep etmek, yine ‘oynandı’ gibi gösterip fatura keserek işten kurtulmaya çalışmak, bilinen en açık düzenbazlık yöntemleri.

Bütün bunları geçtik diyelim. Yani, bu her şeyi ile sakat sistemin içinde tutunabilmek için, sakat işler yapıyor olmayı bir an için hoş gördük diyelim. Peki, bu gün hangi profesyonel tiyatro, çalışanların haklarını düzenli biçimde ödeyebilmektedir?

Benim bilebildiğim üç ya da dört.

Devlet desteği için başvuran kaç tiyatro var peki?

Yine benim bildiğim 220.

Nasıl oluyor bu?

Evet, nasıl oluyor da Devlet kendi alacaklarını ‘kayıtlı-belgeli’ bir sisteme bağlamaya çalışırken, tiyatro çalışanlarının, oyuncularının haklarının verilip-verilmediğini sorgulamıyor?

Destek ödentileri, tiyatroların üretecekleri projelere verildiği için, o projelerin içinde oyuncu ve çalışanların konumları sıradan-basit-önemsiz hatta gereksiz olsa gerek!

Peki, o ödentilerden tiyatro sahipleri tarafından, tiyatro oyuncularına-çalışanlarına herhangi bir rakam aktarılıyor mu?

Hayır. Bizim bildiğimiz böyle bir örnekleme yok. Olsa da devede kulak!

Hep borçlu olan tiyatro patronu veya şirketi, paranın daha ‘ilk dilimi’ çıkar çıkmaz ‘ağlamaya’ başlar!

Gelen toplam eder de, haydan gelip, huya gitmiş olur!

Son yıllarda, provalar sırasında oyunculara ve çalışanlara ücret de ödenmez oldu.

Bu insanlar ne yer ne içer, ne okur, nerde barınır, nasıl yaşar, ne ile tiyatroya gelip-gider? Bilinmez.

Hiçbir hak-hukuk geçerli değildir. Ortada bir sözleşme filan da yoktur. Olsa ne yazar! Her oyuncunun ya da çalışanın mutlak bir alternatifi vardır.

Ülkemizdeki özel tiyatro çalışanları için, hem gönüllü hem de sonuna kadar zorunlu tiyatro köleliği bu olsa gerek.

İşte bu kölelik, alanımızda kırılıp-parçalanması gereken asıl durumdur.

Buradan çıkışın tek adı vardır; o da örgütlenerek sisteme karşı koyuştur.

Uzunca zamandır bunun nasıl olması gerektiği konusunda ortada birçok fikir uçuşmaktadır.

AB şartlarına göre alana kostüm biçmeye çalışanlardan, sisteme eklenmiş yapılaşmalar önerenlerden, birlik-oda-dernek-sendika tartışmalarından nerdeyse yüz çiçek açmış durumda.

Ancak gelişip, rayına giren ortak bir kavrayış yok.

Oysa hepimizin bilmesi gereken temel gerçekliğimiz, tüm çıplaklığı ile karşımızda duruyor.

Bu gerçeklik, var olan Anayasada tiyatronun bir ‘meslek’ olarak kabul edilmiş olmamasıdır.

Anayasada tiyatro, “genelev çalışanları, gazino-bar-pavyon ve büro işçileri” ile aynı statüde tanımlanmaktadır.

Bu utanç, Anayasaya hükmedip kendi çıkarları için eğip bükenler kadar, bizim de utancımız değil midir?

Kimse bu sözcükleri, ayrımcılık olarak algılamamalıdır.

Bu sorun, her şeyiyle çürümüş-dibe vurmuş ve ele geçirilmiş bir sistemde, bedenini satarak yaşamlarını sürdürenlere saygı duymanın çok daha ötesinde bir sorundur.

Bu lekeyi silip atmak için yapılması gereken ise; sürdürülen siyasal kavganın içinde kendimize yer açıp, alnı açık bir biçimde ortaya çıkmaktır.

Hakları gasp edilmiş tüm çalışanlardan hiçbir farkımız olmadığı, kavganın da birlikte olunca sonuç alınabileceğini saptamakta yarar vardır.

Tiyatromuz, hiç olmazsa şu günlerde yani tüm sendikal hakların budandığı şu kanlı zamanda, elini seyircisine uzatmayı, emekçilerle yan yana gelmeyi aklına yazmalıdır.

Yoksa ülkeyi kuşatan gericilik, sahnelerimizin de karartılması için fırsat kollamaktadır.

Çözüm önerirken, Türkiye tiyatrosunun geçmiş yıllarına altın damgasını vuran Tİ-SAN örgütlenmesini yeniden konuşmak, ufkumuzu zenginleştirecektir.

Bu pratiği bilen-yaşayan-kavgasını veren meslektaşlarımızın, ustalarımızın bir bölümü halen yaşıyorlar.

Dillere destan AST grevini Salih Kalyon Usta kaleme alıyor, Ersan Uysal ağabeyimizin deneyimlerini paylaşmak önümüzü açar, Çetin Öner ve daha birçok usta o pratiğin en önemli tanıkları ve kavga verenleri.

Yaşamın içinden sıyrılıp gelmesi gereken örgütlenmenin, olmazsa olmazlarını tartışıp-geliştirmeden, elmalarla armutları aynı sepetin içine koyarak yola çıkarsak, o sepet şimdiden çürümeye yüz tutuyor demektir!

Önümüzdeki haftalarda bu tartışmaların daha da yoğunlaşacağı, alandaki dostların düşüncelerini yüksek sesle söyleyeceği yeni bir süreç yaşayacağımızı umuyorum.

Hepimiz biliyoruz ki, mesleğimizin geleceği, dün olduğu gibi bu gün de hiçbir sistem bekçisinin kara emellerine bırakılmayacak kadar değerlidir.

oaydinoaydin@gmail.com.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Sus…

*Fransa’da 12-16 yaş grubu gençler, “emeklilik yaşının 60’tan 62’ye çıkarılması geleceklerimizi elimizden alıyor” diyerek sokağa, eyleme taştılar. Günlerdir direniş büyüyerek sürüyor.

Benim ülkemde halk suskun.

*KCK davasında sanık sıfatıyla yargılan belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, parti üyeleri ve belediye çalışanları için hazırlanan iddianamede, “Hasankeyf’in sular altında kalmaması için uluslararası çevre örgütleri ile birlikte mücadele yürüttüler” suçlaması yapıldı.

Halk suskun.

*Başbakan, İkizdere Vadisi’nin Trabzon Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca korunma altına alınmasına, “Şimdiye kadar nerdeydiniz diye sormazlar mı adama, Çevre Bakanlığı bünyesinde koruma kurulu oluşturarak bu meseleyi halledeceğiz” dedi.

Halk suskun.

*Allianoi Antik kenti çamurlara gömüldü.

Halk suskun.

* HSYK seçimlerinde Bakanlık listesi tulum çıkardı! Böylelikle yargının AKP kumandasına geçmesinin ilk adımı başarılı oldu.

Halk suskun.

*Yargı kararlarına karşın YÖK başkanı Özcan’ın tilki aklı sayesinde, üniversitelerde türban serbest bırakıldı.

Halk suskun.

* Seçilen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üyeleri arasında 12 Eylül referandumuna ‘evet’ için çalışan isimler saptandı.

Halk suskun.

*Yıldız Teknik Üniversitesi’nde “Okullarda polisin bulunmasına ve eğitim özgürlüğüne karşı” sesini yükselten 20 devrimci öğrenci kapının önüne konuldu. Öğrencilere sınav kayıpları yaşatılarak keyfi cezalar kesildi.

Halk suskun.

*YÖK kararı ile bütün üniversitelerde polis karargâhları kurdu.

Halk suskun.

*İlkokullarda türbanlı çocuklar derslere alınmaya başlandı.

Halk suskun.

*Alevi yurttaşların “zorunlu din derslerine hayır” taleplerine hükümet kulaklarını tıkadı.

Halk suskun.

*Yağmurla birlikte İstanbul, Ankara, Bursa ve İzmit’te altyapıların yetersizliği ortalığa saçıldı, yurttaşlar yaşamlarını yitirdi.

Halk suskun

*Kadir Topbaş ulaşım ücretlerine %10 zam yaptı ve deniz otobüsleri ile vapurların ve de iskelelerin satılığa çıkartılacağını açıkladı.

Halk suskun.

*AKM Taksim Meydanının orta yerinde bir hayalet bina olarak çürümeye terk edildi. Örgütlerin, Başbakan, Kültür Bakanı ve 2010 Ajansı hakkında, İstanbul Cumhuriyet Savcılığına yaptıkları suç duyurusu, gerekçesiz bekletiliyor.

Halk suskun.

*Yazarak düşüncelerini açıklayan gazeteciler ve yazarlar cezaevlerine atılmaya devam ediliyor.

Halk suskun.

*Müzeler, ören yerleri ve kütüphanelerin özelleştirilmesi hızla gerçekleştirildi. Artık ülkedeki müzelerin bilet gişelerini yandaş bir şirket işletiyor.

Halk suskun.

*Yurttaşlık hakkı olduğu varsayılan, “herkesin eşit biçimde sanat ve sanatsal etkinliklerden yararlanma” ilkesi yok ediliyor. Devlet Opera, Bale, Tiyatro ve Senfonisi özelleştirilmek için gün sayılıyor.

Halk suskun.

*Sosyal güvenlik sistemi çöktü. Hastalar reçeteleriyle bile ilaç alamaz durumdalar.

Halk suskun.

*İzmit ve Bursa’da sendikalı olan işçiler, kapının önüne kondular. Maaşlarını alamadıkları için direnişe geçen Taşkömürü işçilerinden yetmiş tanesi işten çıkarıldı.

Halk suskun.

*Bilim adamları, çevreciler ve mimarlar tarafından “yeni bir İstanbul katliamı” olarak tanımlanan 3. köprü için start verildi.

Halk suskun.

*Kentsel üleşim projeleri ile İstanbul’da Tarlabaşı, Galata, Haydarpaşa yandaş kuruluş ve şirketlere peşkeş çekilme hazırlığında.

Halk suskun.

*Hrant’ın katili Ogün Samast, ‘taş atan çocuklar’ için çıkartılan yasadan yararlandırılıyor.

Halk suskun.

*Ergenekon diye bilenen davanın omurgasını oluşturan darbe günlüklerinin, ‘asılsız olduğu’ mahkeme kararlarıyla onanıp, dosya gönderildiği mahkemeye iade edildi.

Halk suskun.

*29 Ekim kutlamalarında İstanbul halkının 850.000 TL’sı boğazdaki havai fişek gösterisinde iç edildi.

Halk suskun.

*Yine 29 Ekim gecesi Cumhurbaşkanlığı kabul töreni, türban resmigeçidine tanıklık etti.

Halk suskun.

*Alkollü içeceklere %30 zam yapıldı.

Halk suskun.

*Domatesin pazar fiyatı 5 TL

Halk suskun.

*Uluslararası düşünce kuruluşu Legatum Institure tarafından yapılan açılmada, Dünya’nın en büyük yirmi ekonomisi içinde yer aldığı söylenen Türkiye’nin, “Refah sıralamasında 110. sırada olduğu, sosyal birlikteliğin sıfırlandığı, kişisel güvenliğin yok edildiği, devlet desteği ile işlenen suçlarda yoğun bir artış olduğu, insan hakları ve düşünce özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmadığı” belirtildi.

Halk suskun.

*Referandum sonrası, 12 Eylül faşist darbecileri ile ilgili yapılan suç duyuruları, kabul görmedi.

Halk suskun.

*İşsizlik, yolsuzluk, yoksulluk oranları Cumhuriyet tarihinin rekor verilerine ulaştı

Halk suskun.

Ne demeli, “kabahat senin demeye de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin canım kardeşim”.

oaydinoaydin@gmail.com



















Sus…

*Fransa’da 12-16 yaş grubu gençler, “emeklilik yaşının 60’tan 62’ye çıkarılması geleceklerimizi elimizden alıyor” diyerek sokağa, eyleme taştılar. Günlerdir direniş büyüyerek sürüyor.

Benim ülkemde halk suskun.

*KCK davasında sanık sıfatıyla yargılan belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, parti üyeleri ve belediye çalışanları için hazırlanan iddianamede, “Hasankeyf’in sular altında kalmaması için uluslararası çevre örgütleri ile birlikte mücadele yürüttüler” suçlaması yapıldı.

Halk suskun.

*Başbakan, İkizdere Vadisi’nin Trabzon Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca korunma altına alınmasına, “Şimdiye kadar nerdeydiniz diye sormazlar mı adama, Çevre Bakanlığı bünyesinde koruma kurulu oluşturarak bu meseleyi halledeceğiz” dedi.

Halk suskun.

*Allianoi Antik kenti çamurlara gömüldü.

Halk suskun.

* HSYK seçimlerinde Bakanlık listesi tulum çıkardı! Böylelikle yargının AKP kumandasına geçmesinin ilk adımı başarılı oldu.

Halk suskun.

*Yargı kararlarına karşın YÖK başkanı Özcan’ın tilki aklı sayesinde, üniversitelerde türban serbest bırakıldı.

Halk suskun.

* Seçilen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üyeleri arasında 12 Eylül referandumuna ‘evet’ için çalışan isimler saptandı.

Halk suskun.

*Yıldız Teknik Üniversitesi’nde “Okullarda polisin bulunmasına ve eğitim özgürlüğüne karşı” sesini yükselten 20 devrimci öğrenci kapının önüne konuldu. Öğrencilere sınav kayıpları yaşatılarak keyfi cezalar kesildi.

Halk suskun.

*YÖK kararı ile bütün üniversitelerde polis karargâhları kurdu.

Halk suskun.

*İlkokullarda türbanlı çocuklar derslere alınmaya başlandı.

Halk suskun.

*Alevi yurttaşların “zorunlu din derslerine hayır” taleplerine hükümet kulaklarını tıkadı.

Halk suskun.

*Yağmurla birlikte İstanbul, Ankara, Bursa ve İzmit’te altyapıların yetersizliği ortalığa saçıldı, yurttaşlar yaşamlarını yitirdi.

Halk suskun

*Kadir Topbaş ulaşım ücretlerine %10 zam yaptı ve deniz otobüsleri ile vapurların ve de iskelelerin satılığa çıkartılacağını açıkladı.

Halk suskun.

*AKM Taksim Meydanının orta yerinde bir hayalet bina olarak çürümeye terk edildi. Örgütlerin, Başbakan, Kültür Bakanı ve 2010 Ajansı hakkında, İstanbul Cumhuriyet Savcılığına yaptıkları suç duyurusu, gerekçesiz bekletiliyor.

Halk suskun.

*Yazarak düşüncelerini açıklayan gazeteciler ve yazarlar cezaevlerine atılmaya devam ediliyor.

Halk suskun.

*Müzeler, ören yerleri ve kütüphanelerin özelleştirilmesi hızla gerçekleştirildi. Artık ülkedeki müzelerin bilet gişelerini yandaş bir şirket işletiyor.

Halk suskun.

*Yurttaşlık hakkı olduğu varsayılan, “herkesin eşit biçimde sanat ve sanatsal etkinliklerden yararlanma” ilkesi yok ediliyor. Devlet Opera, Bale, Tiyatro ve Senfonisi özelleştirilmek için gün sayılıyor.

Halk suskun.

*Sosyal güvenlik sistemi çöktü. Hastalar reçeteleriyle bile ilaç alamaz durumdalar.

Halk suskun.

*İzmit ve Bursa’da sendikalı olan işçiler, kapının önüne kondular. Maaşlarını alamadıkları için direnişe geçen Taşkömürü işçilerinden yetmiş tanesi işten çıkarıldı.

Halk suskun.

*Bilim adamları, çevreciler ve mimarlar tarafından “yeni bir İstanbul katliamı” olarak tanımlanan 3. köprü için start verildi.

Halk suskun.

*Kentsel üleşim projeleri ile İstanbul’da Tarlabaşı, Galata, Haydarpaşa yandaş kuruluş ve şirketlere peşkeş çekilme hazırlığında.

Halk suskun.

*Hrant’ın katili Ogün Samast, ‘taş atan çocuklar’ için çıkartılan yasadan yararlandırılıyor.

Halk suskun.

*Ergenekon diye bilenen davanın omurgasını oluşturan darbe günlüklerinin, ‘asılsız olduğu’ mahkeme kararlarıyla onanıp, dosya gönderildiği mahkemeye iade edildi.

Halk suskun.

*29 Ekim kutlamalarında İstanbul halkının 850.000 TL’sı boğazdaki havai fişek gösterisinde iç edildi.

Halk suskun.

*Yine 29 Ekim gecesi Cumhurbaşkanlığı kabul töreni, türban resmigeçidine tanıklık etti.

Halk suskun.

*Alkollü içeceklere %30 zam yapıldı.

Halk suskun.

*Domatesin pazar fiyatı 5 TL

Halk suskun.

*Uluslararası düşünce kuruluşu Legatum Institure tarafından yapılan açılmada, Dünya’nın en büyük yirmi ekonomisi içinde yer aldığı söylenen Türkiye’nin, “Refah sıralamasında 110. sırada olduğu, sosyal birlikteliğin sıfırlandığı, kişisel güvenliğin yok edildiği, devlet desteği ile işlenen suçlarda yoğun bir artış olduğu, insan hakları ve düşünce özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmadığı” belirtildi.

Halk suskun.

*Referandum sonrası, 12 Eylül faşist darbecileri ile ilgili yapılan suç duyuruları, kabul görmedi.

Halk suskun.

*İşsizlik, yolsuzluk, yoksulluk oranları Cumhuriyet tarihinin rekor verilerine ulaştı

Halk suskun.

Ne demeli, “kabahat senin demeye de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin canım kardeşim”.

oaydinoaydin@gmail.com

25 Ekim 2010 Pazartesi

2010-2011…


Tiyatrolar perdelerini açtılar.

Sorunlar artık erişilmez dağ gibi, aş aşabilirsen!

Siz hiç, ‘yeni bir tiyatro salonu daha yapıldı’ başlığıyla bir haber duydunuz mu?

Devlet tiyatroları için yapılan birkaç devşirme mekân ile İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları için yapılan bir iki ‘düzenlenmiş salon’ ve de Eskişehir, İzmir’den başka tiyatro salonu inşa eden yerel yönetim yok.

İstanbul gibi her mahallesi bir küçük Anadolu kenti büyüklüğünde olan koca şehirde bile, salonlar yetersiz.

Ankara’da Yenimahalle ve Çankaya Belediyeleri dışında hiçbir yerel yönetimin böyle bir meselesi yok.

Melih Gökçek, var olanları da yok etti.

Gençlik Parkı Muhsin Ertuğrul Açık Hava Tiyatrosu, kentin en merkezi yerinde yaz ayları boyunca tiyatrolara ev sahipliği yapan büyülü bir mekândı; şimdi yerinde Kültür Müdürlüğünün sanat üretmeye elverişsiz beton binası yükseliyor. Ulus’un orta yerindeki 100.yıl Sahnesi de yok.

Yerel yönetimlerin “konferans-toplantı-düğün salonu” adlarıyla inşa ettikleri yapılarda tiyatro yapma olanağı ise çok zor.

Teknik donanımları olmayan bu mekânları kiralama şansınız, torpillere bağlı!

Herhangi bir belediyeye ait salonda oyun oynamak için kırk takla atmak zorundasınız.

Her yerel yönetimin kendi önceliği var.

Bağlı bulundukları siyasi partinin toplantıları, eş-dost etkinlikleri, yandaş derneklerin-vakıfların çalışmaları, çevre okulların etkinlikleri ve kültür müdürlüklerinin iki dudakları arasına sıkışan bin türlü keyfilikler.

Yer buldunuz diyelim, bu kez hangi oyunu oynayacağınız sorgulanmaya başlıyor!

Anlaşılacağı üzere, yaratma özgürlükleriniz budanıyor ve ürettiklerinizi seyircilerinizle paylaşma şansınız her anlamıyla elinizden alınıyor.

Yalnız İstanbul’da kırka yakın tiyatronun salonsuz olduğunu düşünürseniz, yaşanan sorunları daha iyi algılarsınız.

Büyük kentlerde salon olanakları bulamayan ve biraz da bu yüzden Anadolu yollarına düşen topluluklar, teknik olanakları ‘sıfır’ olan salonlarda perde açmak durumundalar. Eğer bir tiyatro turneye çıkıyorsa, ışık-ses-görüntü gibi kendi teknik gereçlerini mutlak beraberinde taşımak zorunda.

Bu gerçeklik, 40 yıl önce de böyleydi. Beraberinizde teknik gereçleriniz yoksa girilen salonlarda oyun oynama şansınız sıfırdı.

Bugün Anadolu kentlerini kuşatan alış-veriş merkezlerinin içlerine ‘göstermelik’ biçimde yapılan salonlar da her anlamıyla estetik ve tiyatral mimariden uzak anlayışların ürünleri. Zaten öncelik sinema salonu yapmaya verilmiş. Onlar da, 50-100-150 kişilik bisküvi kutuları!

Kültür Bakanı’nın “Anadolu’da ve büyük kentlerde onlarca salon yaptık” açıklamasının ne kadar gerçekçi olduğu ortada!

İnanmayın.

Bakan Bey, üniversitelerin içlerine yapılan salonlardan söz ediyor olabilir. Ancak oralarda hangi topluluklar oyun oynayabiliyor, o salonlar kimlere, kaç paraya kiralanıyor? Bilmiyor olsa gerek!

Görülen odur ki, bu ülke yöneticileri sanata ve sanatçıya kapılarını sonuna kadar kapatmış durumda.

Sözü daha fazla eğip bükmeden, ülkenin genelinde tiyatro salonlarının inşa edilmediğini, salon adıyla var olanların da olanaksız mekânlar olduğu gerçeğini saptamak, önümüzü görmeye yarayacaktır

Böylelikle, yükselen gericiliğin beslendiği asıl kaynaklardan birinin de bu geçeklik olduğu, kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Sanatsal yaratılardan uzaklaştırılmış, yaşamlarını zenginleştirecek kültürel etkinliklerin önü tıkanmış bir halk ne yapar?

Ya cemaatlerin kucağına itilir, ya cami avlusuna, ya da ırkçılığın kindar saldırganlığının bağrına.

Buradan aydınlanmacı-çağdaş, yurt sorunlarını sorun eden, değiştirici, aklı açık, sorgulayıcı insan toplulukları çıkması olası mı?

Elbette hayır.

Buradan çıksa çıksa sisteme eklenmiş, gününü gün edip siyasi erke biat eden, kendine verilenle yetinen, hatta bunun için günde beş kez secdeye varıp şükreden toplamlar çıkar.

İstenilen de bundan başkaca hiç bir şey değildir.

Verilenle yetin ve sus.

Ülke de tiyatro, sistem tarafından paçasından aşağılara çekilen bir sanat alanı olunca, büyük özveriler ile yapılan birkaç “tiyatro festivalinin” önemi daha iyi anlaşılıyor olsa gerek.

Bunlardan biri olan Ankara Tiyatro Festivali’nin hem uluslararası olması, hem de 15. yılını adımlaması sevindirici.

Birçok kez benim de oynadığım oyunlarla katıldığım bu etkinlik, Ankara’ya ve Ankaralıya ‘tiyatro bayramı’ yaşatıyor.
Yurdun dört bir yanından gelen amatör-profesyonel-üniversite toplulukları, yurtdışı konukları, yapılan atölyeler, sunumlar, ‘sosyal sorumluluk projeleri’ adıyla bir kısmı ücretsiz oynanan oyunlar, Ankara’yı bir şenlik kentine dönüştürüyor.
Bu yıl Ankara’da “1 devlet tiyatroları, 9 yurtdışı tiyatro grubu, 5 belediye şehir tiyatrosu, 4 üniversite tiyatro topluluğu, 35 özel ve amatör tiyatro grubu, 4 çocuk tiyatrosu, 5 atölye-panel-seminer olmak üzere 63 tiyatro grubu, toplam 74 etkinlikle tiyatro severlerle buluşacak.
Salon oyunlarının yanı sıra, sokak tiyatrolarının gösterileri, çağdaş dans performansları ve tiyatro konusunda yapılacak panel-söyleşi ve atölye çalışmaları yer alacak.”
26 Kasım-6 Aralık tarihleri arasında yapılacak bu Festivale ilginin yoğun olması, sistemin oluşturmaya çalıştığı duvarların yıkılmaya yüz tuttuğunun bir göstergesi olsa gerek.

Yaşanan tüm çirkinliğe inat; perdelerini hayat ve yaşanılır bir dünya için aralayan tüm meslektaşlarıma, 2010 -2011 Tiyatro Sezonu mut, umut, ülkeye barış ve eşitlik getirsin.

oaydinoaydin@gmail.com

18 Ekim 2010 Pazartesi

Toprağın teri…

Uzunca zamandır Doğu Karadeniz Bölgesindeki hidroelektrik santrallerine (HES) karşı verilen mücadeleyi anlatan belgesel filmler izliyor, haberler, yazılar okuyor, dostlarımla, hemşerilerimle ortaklaşıyorum.

Şavşat deresi, önüne kurulan bentleri parçalayıp, yurttaşlarımı sel sularında yitirince canım yanmıştı.

O günden sonra iki kez gittim Şavşat’a.

İnsansızlaşmış-kimsesizleşmiş ve doğa baş kaldırarak o rengârenk güzelliğiyle sarıp-sarmalamış hayatı.

Çocukluğumun yeşiller kuşanmış toprakları yeni bir hayata evirmiş kendini.

İnsanı içine çağıran sesler uğulduyor kulaklarınızda. Sular çağıldıyor gözelerden oluk oluk;

Alabildiğine sarı, mor, alı al, alabildiğine mavilik.

Ve ansızın önünüzü kesen sis doluyor gözlerinize, sarı güneş yanığı bir sıcaklık yüzünüze el sürüyor.

Gökkuşağının yedi renginin altından geçerken, yağmur dokunuyor alnınıza.

Tüm meyveler dallarında kalakalmış, yabana zengin bir sofra kurmuş ağaçlar.

Doğa direnmiş zamana ve isyanı kazanmış.

Her adımında, size uzanan dost ellerle sıcak, sımsıcak gülüşler ve hasretlik dolu kucaklaşmalar karışıyor birbirine.

Gözlerinden direniş türküsü okunuyor.

Hayatlarını savunmak için, haksızlıklara bayrak açarak direnmiş bir halkın evlatları, sıra neferleri gibi yan yanalar.

Sahip çıkıyorlar kendi geleceklerine, çocuklarının geleceklerine, ülkenin geleceğine.

“HES için AKP’nin gözünü diktiği derelerimizin beslediği bu topraklar, bin yıldır böyle yaşadılar, böyle yaşayacaklar. Bu bizi isyana davetse, kabulümüzdür. Bu sular, bizlerin can suyu olarak aktılar, yine öyle akacaklar.”

Yaşamlarının en güzel yıllarını, onurlarını korumak için cezaevlerinde geçiren bu mavi gülüşlü, çiçek kokulu insanların yeniden saf olmaları içimi yeşertiyor.

AKP Artvin’e özel olarak, Şavşat bölgesine gözünü dikmiş. Uluslararası bağlantıları olan HES şirketleriyle gizlice yaptığı anlaşmalarla bölgeyi betona boğup, barajlar, bentler mezarlığı yapmak istiyor.

Tıpkı tüm Doğu Karadeniz’de ve Dersim’de olduğu gibi…

AKP için, doğanın, insan yaşamının, hayatın karartılmasının, dünyanın çok az bölgesinde bulunan bitki zenginliğinin yok ediliyor olmasının hiçbir önemi yok.

Eğer Rize’de Fırtına deresi özgür akamayacaksa, bunun tek sorumlusu AKP olacaktır.

Dersimde sokağa çıkan halkın inadına, baraj inşaatı yapılacak ve tüm doğal denge alt-üst edilecek olursa, bunun da tek sorumlusu AKP olacaktır

Eğer Şavşat’ta, Ardanuç’ta derelerin önüne beton setler çekilip insanlığın geleceği karartılacak olursa, bunun sorumlusu da AKP olacaktır.

Ancak tıpkı Dersim’de olduğu gibi, Hemşin’in gürül gürül sular çağlayan vadilerinden, dünyanın çok az bölgesinde bulunan bindallı dağ yamaçlarından, bin bir çiçekli yaylalarından oluşturulan direnç; derelerin kardeşçe akması için büyüyüp ırmak olup çoğalıyor.

‘Su Platformu’ çatısı altında toplanan ve Derelerin Kardeşliği’ni ülke kardeşliği ile eş tutan dostların verdikleri mücadele ise, var olma kavgasının önünü açacaktır.

Bu kardeşlik, HES’lere karşı direnen her yerde olduğu gibi Şavşat’ta isyan ateşini yeniden yakmışsa, birilerinin işi epey zor demektir.

Şavşat’ta yapılan ve yediden yetmişe tüm köylerin, yurttaşların katılımıyla bir ses olup da oradan buralara taşan miting, ‘Şavşat Barı’ oynayan yetmiş yaşındaki dedelerin, ninelerin ayak sesi olarak yankılanıyorsa, AKP’nin işi zor.

Şavşat halkı topraklarına yeniden sahip çıkmanın erdemiyle, ellerini devrimci evlatlarının ellerine tutuşturmuş, ‘hayır’ı haykırıyorsa, ülkenin bir yanında gün yeniden doğuyor demektir.

Bizi de bu insanlık kavgasına alkış tutmak, yakılan meydan ateşine dost eli uzatmak, toprağın terine ve onu işleyen ellere saygı duymak düşer.

oaydinoaydin@gmail.com

16 Ekim 2010 Cumartesi

YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM

“…TEK AÇ İNSAN KALMAYACAK. TEK İŞSİZ YOK. OKUMA YAZMA BİLMEYEN DE YOK. PATRONDU, İŞÇİYDİ, KÖYLÜYDÜ, POLİSTİ, JANDARMAYDI YOK. SENDEN KORKU BENBEN KORKU DA YOK. ÇALIŞ İSTEDİĞİN KADAR. YE, İÇ, OKU, YAZ KEYFİNE BAK İSTEDİĞİN KADAR.
HAY ANASINI OLACAK BU İŞ, YALNIZ BİRAZ TEZ OLSA…”

YAZAN NÂZIM HİKMET

OYUNLAŞTIRAN METİN COŞKUN

YÖNETEN ŞAKİR GÜRZUMAR

YÖNETMEN YARDIMCISI EYLEM ŞAFAK AYDIN

IŞIK TASARIMI YÜKSEL AYMAZ

SES-EFEKT ERSİN ERHAN AŞAR

DEKOR-KOSTÜM ERHAN ALABAŞ

DESENLER ABİDİN DİNO

FİLM TASARIMI SEMİR ASLANYÜREK

FİLM KURGU TUFAN BORA

OYUN FOTOĞRAFLARI ÇERKES KARADAĞ

IŞIK UYGULAMA ALEV TOPAL

SAHNE AMİRİ CANSU FIRINCI

TEKNİK BERAN SOYSAL

OYNAYANLAR METİN COŞKUN / ORHAN AYDIN / AYŞEGÜL ALPAK


23 Ekim İskenderun-Belediye Kültür Sarayı

1 Kasım Oyun Atölyesi-Moda/İstanbul

3 Kasım Nazilli-Belediye Kültür Merkezi

4 Kasım Aydın-Kültür Merkezi

11 Ekim 2010 Pazartesi

Skandal…

47. Antalya Altın Portakal Film Festivali açılışını ekranlardan izledim.

Festival öncesi olup bitenlerle ilgili, birçok haber-makale-yorum okudum.

Yazılanların çoğunluğu, ‘skandal’ duruma dikkat çekiyor ve asıl gerçeği görmezlikten geliyor.

Emir Kusturica’yı protesto edip, festivale katılmayacaklarını bildiren, böylelikle festivali provoke eden anlayışa verilen yanıtlar ise, evlere şenlik.

“Bizi, bir sanatçının ne düşündüğü ilgilendirmez, ne yaptığı ilgilendirir.”

Festival koordinatörü tarafından canlı yayınlarda söylenen bu cümleyle ilgili, hemen hiçbir yorum ya da yazının ilgilenmediğini gördüm.

Oysa yapılan açıklama öyle yenilir yutulur, görmezlikten gelinecek bir açıklama değil.

Neresinden bakarsanız bakın, yaratıcı durumundaki bireyin içini boşaltan, hiçleştiren, basit bir varlığa dönüştüren bu tanımlama, içimizdeki gericiliğin ayak izi durumundadır.

Yaşadığı ülkenin, çağın sorunlarını sorun etmeyen, halkların barış, eşitlik, özgürlük istemelerine öncülük etmeyen, insan olma erdemini savunmayan birinin ‘sanatçı’ olması mümkün mü?

Değiştirmeyi, dönüştürmeyi, geliştirmeyi önermeyen, insanlık için düşünmeyi, düşündüğünü üretmeyi hiçleyen birine, ‘sanatçı’ demek ne kadar doğru?

Festival direktörü kaş yapayım derken, iki gözü birden çıkarmıştır!

Dillendirilen anlayış, AKP’nin bu ülke halkının üstüne sıçrattığı gericilik çamuruyla aynı değil midir?

AKP de, tüm toplumsal ve siyasal değerleri, yazarları-aydınları-sanatçıları içlerini boşaltarak, onları hiçleştirerek kullanmaya çalışmıyor mu?

AKP’nin elini süremediği bir Yılmaz Güney kalmıştı, Adana Altın Koza’da olduğu gibi, Antalya’da da Bakan temsilciliği aracılığıyla onu da diline doladı.

Uluslararası bir yaratıcı olduğu bilinen ve açıklamalarında, “ben ırkçı değilim, burada bir yanlışlık var, benim böyle bir açıklamam yok’” diyen Kusturica’nın içine düşürüldüğü durum da vahim!

Daha dün denecek bir zamanda, AKP’li Bursa Belediyesi tarafından alkışlarla sahneye çıkarılan yönetmen için, Kültür Bakanı ve Semih efendiden sonra, MHP’li Belediye Meclis üyesinin, “bir ırkçı, faşist’in burada ne işi var?” diye bağırması da trajikomik?

Ne oldu?

Adam, “savaş suçlusu” ilan edildiğine inanıp, topladı valizini gitti.

Giderken de kendine yapılanların sorumlusu olarak Kültür Bakanı’nı işaret edip, “düşman” dedi.

Açıklamalardan Bakan beyin çok alındığını ve sinirlendiğini öğreniyoruz.

“Bize kimse hakaret edemez” diyor.

Anladığımız o ki, Bakan bey kendisinin başkalarına hakaret etme hakkını saklı tutuyor.

Şimdi, tüm Dünya sineması ve sanat alanları bu durumu konuşuyor.

Festivale katılan sanatçılardan, oyuncu, yönetmen, senarist örgütlerinden bir ses çıkmaması da tuhaf!

Yönetmeni açık biçimiyle hedef gösterenlerle birlikte, Yeni Şafak, Zaman, Vakit gazeteleri ve Samanyolu TV amaçlarına erişmiş olmalılar.

Altın Portakal Film Festivali’nin 47 yaşına gelmiş, profesyonel bir erginlikte olduğunu biliyoruz.

Ama gelin görün ki açılış gecesi sahnede olup bitenler bu profesyonel erginliği gölgede bıraktı.

*Kırmızı halı geçişlerinde söylenenlerden bir tane bile, ipe-sapa gelir söz bulana aşk olsun!

*Sahne düzenlemesinde hiç bir estetik seviye gözetilmemiş.

*Sunucu kardeşlerimin, ellerinin-ayaklarının birbirine dolaşması çok komikti.

*”Festival yüzüyüm” diye, kendi kendini sunan, manken hanımın orada ne işi vardı?

*Antalya Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının sunduğu ‘Venüs’ gösterisinin jimnastik hareketlerini çağrıştırıyor olması ve özensizliği neden gözlerden kaçtı?

* Melike Demirağ için, bir orkresta bile oluşturamamak, sanatçıya haksızlık değil mi?

*Festivale katılan filmler, yönetmenler, oyuncular neden tanıtılmadı?

* Can Dündar dışında tüm konuşmacılar neden hazırlıksızdı?

*Ve 47 yaşına yol almış bir festivalin açılışta söyleyecek bir sözünün olmaması, gerçekten can acıtıcı.

Festival yöneticilerinin, sanat danışmanlarının, yürütücülerinin bu eleştirileri dikkate alacağını umalım.

İçimizi-dışımızı kuşatan ve sahnelerden üstümüze kusulan bu arabesk anlayışın yenilip yok edilmesi gerçekliği, gayet açık.

Uluslararası bir film festivali açılışının, Anadolu’nun hemen her kasaba ve kentinde yapılan, Karpuz ya da Kiraz festivallerinden bir farkı yok mu?

Açılışında skandallar yaşanan Altın Portakal’ın, kapanışında neler olacak birlikte göreceğiz.


oaydinoaydin@gmail.com

4 Ekim 2010 Pazartesi

Talan…
Hasankeyf'in sular altında kalmaması için gösterilen direniş sonuç vermedi.
Dünyanın dört bir yanından yükselen seslere, AKP'nin verdiği yanıt şaka gibi, "Hasankeyf’i taşıyacağız"
Allianoi Antik Kenti’nin sular altında kalmaması için verilen mücadele de sonuçsuz kaldı.
Direniş sürüyor ama nafile!
AKP bildiğini okuyor, tüm istemlere kulaklarını tıkamış, bölgeyi tel örgülerle çevirip, jandarmayla koruma altına alıp, bölge halkından bile tecrit etmiş!
Antik kent şu günlerde kumla dolduruluyor, sonra üstüne taş-çakıl yığınları atılacak.
AKP'nin buna verdiği yanıtta şaka gibi, "Yok etmiyoruz bir gün ortaya çıkarmak için üstünü örtüyoruz"
Günlerdir kültürel varlıkların talan edildiğini dillendiren kişiler, sivil örgütler yanıtımızı almış olduk!
“Kültürel varlıkları ve ören yerlerini korumak bir hükümetin asli görevidir” diyen Kültür Bakanı sus-pus.
AKP, her iki antik kenti yutup yok edecek barajlar için, "Tarım ülkesiyiz, bölgelerin suya ihtiyacı var" diyor.
Oysa bunun koca bir yalan olduğunu tüm taraflar biliyor.
Tarımda AB'nin dayattığı tüm kotaların altına imza çakan bu hükümetin kendisi değil mi?
Hangi tarım?
Tarlasına canını bağlamış köylü, ürünlerini devşiremeden çürümeye terk etmek zorunda kalmıyor mu?
Devşirdi diyelim, satacak pazar bulabiliyor mu?
Tarımla uğraşan üreticilerin boğazlarındaki ilmik, "kredi borçları" olarak durmuyor mu?
Evet o bilinen slogan doğrudur 'su hayattır'. İnsanlık tarihinin ortak mirası olan kültürel varlıklar nedir peki? .
"Gâvur taşı mı"?
Bir zamanların uyuyan güzeli Kültür Bakanı zat, öyle demişti 'üç-beş gâvur taşı için yapılacak projelerin önünü kapatmam"
İşte akıl bu akıldır.
Hem Hasankeyf, hem Allianoi’de ve tüm yurtta kimsesizliğe itilmiş kültürel kalıtlar, "gâvur taşı" olarak algılanmaktadır.
Şaşarım bu akla!
Anlaşılan o’dur ki; Kültürel kalıtların gün yüzüne çıkartılması ve insanlıkla paylaşılması için Dünyada yapılan çalışmaların hiçbiri bu hükümete örnek olmayacak.
Geçtik antik kentlerin üstlerine dökülen çakılları, kumları, suları, çamurları, çöpleri İstanbul'a bakalım.
Tarlabaşı’ndan başlayıp Sütlüce’ye uzanan tüm kültürel doku ile Galata bölgesi ve Haydarpaşa yem edilmek için gün sayıyor.
Tıpkı Surdibi’nde olduğu gibi.
Eli kulağında. Çalık grubu Tarlabaşı’na dozerlerle, iş makineleriyle girecek ve tescilli-tescilsiz ne kadar tarihsel yapı varsa hepsini yerle bir edip, kendi projesini uygulamaya koyacak.
Kilise, havra, manastır, park, yeşil alan umurunda olmayacak.
İstanbul’un orta yeri şantiyeye dönecek!
Galata ve Haydarpaşa’da Mimarlar Odası’nın daha önce aldığı “yürütmeyi durdurma” kararları da bir işe yaramayacak. “Kamu yararı” kılıfı, 12 Eylül’de yüzde 58 oy alarak, onandı nasıl olsa!
Şimdi meydan ‘evetçi’ kardeşlerimizin, al gözüm seyreyle.
Asıl talan-peşkeş çekme ve geri dönülmez tahribat 3. köprü ile start aldı.
Kesilecek olan 2 milyon ağaç, elbette bir daha geri gelmeyecek.
Karadeniz’e doğru yeni bir İstanbul yaratma tutkusu, doğa cinayetleri işlenerek yapılacak.
İstanbul’un üstüne beton kütleler yağacak.
Boğaz yeniden üleşilecek.
Yeni uydu siteler, gökdelenler, iş merkezleri, alış-veriş merkezleri, gök kafesler mantar gibi pırtlayacak.
Belgrat Ormanları dahil bu kent’in nefes aldığı en önemli yeşil alanlar, su havzaları tahrip edilecek.
İnsanlar yaşam alanlarından sökülüp atılacak, çevre yolları üzerlerindeki köyler ranta açılacak.
Yağma Hasanın böreği, ye babam ye.
Geçtiğimiz haftalarda Hıncal Uluç Efendi köşesinden paylaştı, “Başbakanın İstanbul için sürpriz projeleri var, ben şaşırdım doğrusu, muhteşem, ama açıklamasını Sayın Başbakan’a bırakıyorum” dedi.
Şapkanın altındaki sürpriz’in Taksim Meydanı’na yönelik olduğunu biliyoruz!
Ama bu şapkanın altından tavşan çıkmayacağını da biliyoruz.
Başbakan, uykularına karışan AKM meselesini kökünden çözmeye hazırlanıyor.
“AKM yıkılacak, trafik yer altına alınacak, o binanın yerine de 24 saat açık bir alış-veriş merkezi kondurulacak.”
Hemen kızmayın canım, içine sizin için küçük bir salon ya da saloncuklar da yapılacak!
Harbiye Muhsin Ertuğrul’da öyle yapmadılar mı?
Dev bir Kongre Merkezi, içinde küçücük bir salon, alın tepe tepe kullanın.
Bir ucu Karadeniz’de, bir ucu Marmara’da, bir diğer ucu Tekirdağ’da olan bir İstanbul; AKP’nin yedi ceddini doyurmaya yeter.
Bizlere de elde mumlar sokaklara çıkmak düşer.
“Aman ağaçlar kesilmesin, doğa tahrip edilmesin”
Kimler, en cesur biçimiyle çıkıp, ‘3. köprü İstanbul için bir cinayettir. AKP dur.’ diyecek?
Bunu da birlikte görmeyi umalım ve mum yakmanın ötesinde işler yapıp, memleketi yangın yerine çevirenlerden hesap sormayı akla koyalım, yoksa bu talan politikalarının uygulayıcısı AKP, akıllarımızı bile çalmaya hazırlanıyor.
oaydinoaydin@gmail.com.

26 Eylül 2010 Pazar

Utanıyorum...

Tophane de olup bitenler gazeteleri, TV haberlerini gereğinden fazla işgal etmiş olacak ki Başbakan; “Bu ehemmiyetsiz olaya bu kadar yer vermek ne kadar doğru, siz böyle yapınca Avrupa basını durumu daha da abartıyor ve bizi böyle tanıyorlar” dedi.

Peki, kahvaltı da yan yana dizilmiş basın temsilcilerinden, buna yanıt geldi mi?

Elbette hayır.

Öyle bakakaldılar!

“Ehemmiyetsiz haber” denilen linç girişiminin Başbakan açısından ehemmiyetli olması için neler gerekirdi acaba?

Üç kişinin kafalarına dikiş atılması, galerilerin camlarının indirilmesi, on kişinin dövülmesi, canlarını kurtarmak için mekânlarına sığınan insanlara, biber gazı sıkılması, ehemmiyetsiz!

“Ben Tophaneliyim, orada böyle şeyler olmaz” diyor Başbakan.

O zaman yaşananların hepsi hayal, bizler de serap görüyoruz!

Ellerinde sopalar- taşlar-biber gazları, dillerinde “ya Allah bismillah” saldıranlar bir film karesinden fırlamış, figüranlar olsa gerek!

Yoksa Emniyet saldırganlardan bir kısmını önce yakalayıp, sonra serbest bırakmazdı!

İstanbul Valisi’nin olay için söyledikleri de aynı filmin için çekilmiş sahnelerinden biri galiba.

“İnsanlar sokağa çıkınca trafik sorunu oluşmuş, tartışma çıkmış, sonra aralarında halletmişler”

Böyle olduğu içindir ki ortada ‘sanık’ yok.

Utanıyorum.

Aptal yerine konulmayı ise, sindiremiyorum.

Bedenimi öfke ve küfür kuşatıyor.

Yaşadığım yüzyıla tanıklık edenler neler düşünüyor acaba?

Aynı gökyüzünün altındayız.

Açık biçimiyle sanata-sanatçıya saldırılan ve insanların canlarına-mallarına kastedilen bir olay karşısında, bütün bir toplum olarak susturuluyoruz.

Yaşam haklarımıza saldırılıyor, arkamızı dönüp geçiyoruz.

Ey insanoğlu!

Sen bu kara filmi, daha önce onlarca kez izledin.

Birçoğunu silip atmış olabilirsin belleğinden, belli tez unutuyorsun.

1993’ün 2 Temmuzun da Sivas ta ateşe verilen insanlığı anımsa.

Asım Bezirci, Behçet Aysan, Asaf Koçak, Uğur Kaynar, Nesimi Çimen gibi yürekler; ırkçılar ve dinci yobazlar tarafından ateşe verildiğinde söylenenleri anımsa.

Katilleri koruyanları, Avukatlıklarını yapan Bakan’ı, vekilleri anımsa.

Tophane de yaşananların ne farkı var?

Ölüm olmaması mı tek fark, yoksa ateşe verilmemesi mi insanların?

Yakındır.

Bu kara örtünün altından sırıtan insan cellâtları, o ateşi yakmak için fırsat kolluyorlar.

Nasıl olsa sıvazlanıyor sırtları.

Dün Sivas, bugün Tophane, yarın...


oaydinoaydin@gmail.com

15 Eylül 2010 Çarşamba

NÂZIM OYUNCULARI 22 Eylül günü NÂZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZİ BAHÇE SAHNESİ’NDE YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM ile Sezonu açıyor. Oyunun başlama saati 20.30

YAZAN NÂZIM HİKMET

OYUNLAŞTIRAN METİN COŞKUN

YÖNETEN ŞAKİR GÜRZUMAR

YÖNETMEN YARDIMCISI EYLEM ŞAFAK AYDIN

IŞIK TASARIMI YÜKSEL AYMAZ

SES-EFEKT ERSİN ERHAN AŞAR

DEKOR-KOSTÜM ERHAN ALABAŞ

DESENLER ABİDİN DİNO

FİLM TASARIMI SEMİR ASLANYÜREK

FİLM KURGU TUFAN BORA

OYUN FOTOĞRAFLARI ÇERKES KARADAĞ

IŞIK UYGULAMA ALEV TOPAL

SAHNE AMİRİ CANSU FIRINCI

TEKNİK BERAN SOYSAL

OYNAYANLAR METİN COŞKUN / ORHAN AYDIN / AYŞEGÜL ALPAK


“…TEK AÇ İNSAN KALMAYACAK… TEK İŞSİZ YOK. OKUMA YAZMA BİLMEYEN DE YOK. PATRONDU, İŞÇİYDİ, KÖYLÜYDÜ, POLİSTİ, JANDARMAYDI YOK. SENDEN KORKU BENBEN KORKU DA YOK. ÇALIŞ İSTEDİĞİN KADAR. YE, İÇ, OKU, YAZ KEYFİNE BAK İSTEDİĞİN KADAR.
HAY ANASINI OLACAK BU İŞ, YALNIZ BİRAZ TEZ OLSA…”


İLETİŞİM:
NHKM 0216 414 22 39
Orhan AYDIN 0543 614 01 08

14 Eylül 2010 Salı

Yetmez ama…
Orhan Aydın






Evet, öyle olacak çok değil iki ay sonra kime sorarsanız sorun ‘ben evet demedim’ diyecek.

Ancak sonuçlar ortada.

Dinci gericilik, ırkçılık ve liboşlarla kol kola, ülke geleceğini ipotek altına almakta önemli bir kazanım elde etti.

Obama hazretlerinin kutsadığı tam da budur.

Emekçi halk, bu kalkışmanın sonuçlarına ne kadar katlanacak bunu birlikte yaşayacağız.

Referandumla AKP ve yandaşları için her şeyin önü açıldı.

Satılmadık ortak değer bırakmamakta tarihsel ün kazananlar, yeni listeler ilan edecekler.

Daha dün yargının onamadığı birçok özelleştirme girişiminin önü, ‘kamu yararına’ adıyla sonuna kadar açılacak.

Kentsel dönüşüm projeleri ile yapılacak üleşmeler ilk sırada yer alacak.

Galata, Haydarpaşa gibi İstanbul kentinin en gözde alanları talan edilecek.

HES projeleri üstündeki ‘yürütmeyi durdurma kararları’ hiçe sayılacak.

Müzeler, kütüphaneler ve ören yerleri üstündeki ‘devlet tasarrufu’ çöpe atılacak.

Devlet Opera, Bale, Senfoni ve Tiyatrosu’nda 4C-4B kıskacı uygulamaya konup, özelleştirmenin kapıları sonuna kadar aralanacak.

Tarihsel dokular ve kültürel varlıklar talan edilecek.

Ulaşım hizmetlerinde satış üstüne satış yapılacak.

Karayolları, deniz, hava ve raylı hizmetler paketlenip-listelenip, güzellenecek.

Eğitim ve sağlık alanında özelleştirilmedik tek bir kurum kalmayacak.

Devlet okulları, üniversiteler, hastaneler, sağlık ocakları kamu hizmetinden çıkartılacak.

Sendikal haklar kökünden budanacak.

Yoksulluk daha da derinleşecek, işsizlik daha da artacak.

Yolsuzluk yasallaşacak.

Elektrik, su, doğalgaz, ekmek ve ulaşım zamlanacak.

Küçük esnaf tamamen yok edilecek, ürünlerini tarladan kaldıramayan köylü kredi borçlarıyla kuşatılacak.

Sermaye için bir parmak bal olan ‘vergi borçlarında yeni düzenleme’ gündeme gelecek. Böylelikle yandaş basın ve medya gruplarının ve şirketlerin vergi borçları ve usulsüzlükleri af edilecek.

Kürt yurttaşlar üstündeki ‘pis oyun’ derinlemesine sürecek. ‘Boykot’ hiçbir işe yaramayacak.

Demokratik hak ve özgürlükler alanındaki kazanımlar çöpe atılacak.

Referandumdan bir gün önce, helikopterlerle yapılan ev baskınları ‘gündelik işler’ halini alacak.

Alevi yurttaşların haklı istemlerinin üstü, bir daha açılmayacak bir biçimde kapatılacak.

15. madde üstündeki yalan açığa çıkacak. 12 Eylül generalleri ve tüm katiller, ellerini kollarını sallıya sallıya aramızda dolaşmaya devam edecek.

Faili belli yüzlerce siyasal cinayet aydınlatılmayacak.

Karşı çıkışla hesaplaşmak için, yeni düzmece davalar açılacak. Özel yetkili mahkemelere daha geniş yetkiler tanınacak.

Dokunulmazlıklar kaldırılmayacak.

Siyasi partiler kanunu ve seçim kanununa el bile sürülmeyecek.

Sanata, sanatçıya baskı-sansür-ötekileştirme-yalnızlaştırma- yandaş kılma derinlemesine sürecek.

Tablo karanlık.

Dış ilişkiler, ekonomideki tıkanıklık, gerici ve ırkçı kuşatmanın büyümesi bu karanlık tablonun öteki yüzüdür.

Bütün bunlara karşı çıkıp diklenmenin, ülkeye sahip çıkmanın yolu ise, daha çok dayanışıp ortaklaşarak, mücadele alanını büyütmekten geçiyor.

Şimdi, genel seçime doğru hızla koşulan yeni bir süreçteyiz.

Sol adına ortaya çıkıp, ‘Yetmez ama evet’ diyenler başlarını öne eğip halkın arasında dolaşmaya devam mı edecekler yoksa gericiliğe kuyruğundan eklenmeye mi başlayacaklar birlikte göreceğiz.

oaydinoaydin@gmail.com



--
Orhan Aydın

8 Eylül 2010 Çarşamba

Bahar ortasında bir ayaz..

Bahar ortasında bir ayaz.


Orhan Aydın

http://anlamakgideni.blogspot.com/

oaydinoaydin@gmail.com




Hiç sormayın, kemiklerimiz donuyor.



Binanın bu ek inşaatı yeni bitmiş, yapı bahar güneşi ile ısınıp kendine gelmeye çabalıyor.



Yan yana tek kişilik hücrelerde yatıyoruz.



Tabutluk gibi.



İki metrekarelik alanda, tuvalet taşı ve akmayan bir musluk var.



Demir ranzanın üstünde, yırtıp pırtık bir şilte.



Kapılarımız, yüksekçe bir duvarın önümüzü kestiği, dar ama uzun bir avluya açılıyor.



Gökyüzünü görebiliyoruz, derinliğine bir mavilik.



Erkekler bölümünde on dört kişiyiz. Üç arkadaşımız da kadınlar bölümündeler.



Urfa Ceza ve Tevkif Evi’ne tıkılışımızın on ikinci günündeyiz.



…….



Yirmi üç gün önce, Antep’te oynamıştık.



Buluşmanın adı, “İşçi Şenliği” idi.



Oyundan önce, Ruhi Su Usta’nın sesi dolmuştu yüreklerimize.



Kalabalık sokağa taşmıştı.



Polis, slogan atan seyircilere müdahale etmeye kalkınca, ortalık savaş alanına dönmüş, Ruhi Su dinletisini yarıda kesmek zorunda kalmıştı.



Gerginlik uzayınca, vali oyunun oynanmasının ‘uygun olmayacağını’ söyleyerek kayıplara karıştı.



Adını unutmam olanaksız.



Gündüz beni makamına çağırtmıştı!



Sabah gelip yerleştiğimiz Otel’in kabul yerinde iki sivilden biri, ismimin önüne ‘bey’ sıfatı koyarak;



-Vali bey sizinle görüşmek istiyor buyurun gidelim, dedi.



Arkadaşlarla bakakaldık.



Hasan Yıldırım bize eşlik etti, vardık adamın makamına.



Üçüncü katta uzunca koridorun sonunda, koca bir kapı, girer girmez, öyle çakılıp kaldım.



Masanın üzerinde kurumuş bir kütük üstünde,‘Orhan Aydın’ yazıyordu.



Tanıştık.



Asık yüzlü, donuk bakışlı, Ayhan Işık bıyıklı tuhaf bir adam!



Kalın kaşları kıvırcık, kısacık da boyu var.



Aldı mı Hasan’ı bir gülme, tutamıyor kendini.



Beni ayağına getirtmiş, nasıl bir ‘Orhan Aydın’ olduğumu anlamaya çalışmıştı!



İşte bu bey ne oldu, nasıl odu ise emir verip sonra da, sessizce buhar olmuştu.



Dışarıda olaylar büyümeye başladı.



Eski Antep Şehir Tiyatrosu binası, kentin merkezindeki kapalı çarşının hemen üstünde, şık bir binaydı.



Salon dolu.



Binanın önündeki caddede, trafik aksamaya başladı.



İçerde seyirciler, büyük bir kararlılıkla sesiz protestolarını sürdürüyorlar.



Biz kostümlerimizi giymiş, bekliyoruz.



Mehmet Karagül, arka pencereden sokağa bakıp kuşatıldığımızı müjdeliyor!



Polis, jandarma desteği alarak, dekor giriş kapısının açıldığı arka sokağa, yığınak yapmıştı.



Amerikan arabalarından Türk askerleri iniyor, ellerinde uzun namlulu, Amerikan malı silahlar!



Binaya doğrultuyorlar.



-Ne oluyor? Sanki düşman basmış Antep’ i.



Hasan Yıldırım marş söylüyor, yüzünde, güleç bir mahcubiyet!



“Jandarma biz sosyalistiz/ Dostuz yalnız biz sana/ Kurtuluşun bizimledir/ Elini uzatsana.”



Eşlik ediliyor Hasan’ın marşına, ne çare, kuşatma sürüyor!



Birbirimize bakıp kahkahalarla gülüyoruz.



Oynayacağımız oyundan bu kadar korkulması, hoşumuza gidiyor.



Saat dokuz suları, nihayet Erkan Yücel giriyor kapıdan.



-Hazır olun arkadaşlar on dakika içinde başlıyoruz. Ara vermeden oynayacağız. İyi organize olalım, haydi verin birinci zili.



POL-DER’li bir polis:



-Oynayın. Sizin yazılı izniniz var ama ortada yazılı bir yasaklama yok. Bir halt edemezler.



Erkan, o gazla fırlamış içeri.



İlk zil çalınca, salondan alkış tufanı yükseliyor.



HALKIN GÜCÜ: 12 Mart Faşist darbesine kadar, yaşanmış hak mücadeleleri sürecini anlatan, ortak bir çalışmaydı.



Yazım aşamasında tüm kadro önermelerini masanın üstüne dökmüş, ortak emekle oyun metni haline getirilmişti.



Oyun; Mustafa Suphi’lerin katliamından, toprak işgallerine, grevlere, 15-16 Haziran direnişine, Üç Fidan’ın idamlarına, gençlik mücadelesine tanıklık eden bir duyarlılıkla oynanıyordu.



Sahneler birbirlerine, Nâzım şiirleri ve Ruhi Su türküleri ile bağlanmıştı.



Oyun sonrası seyirciler salonu terk etmeyince, yeni bir itiş-kakış yaşandı.



Uzunca bir zaman, fırtına sonrası sessizliği sindi içimize.



Dekorları topluyoruz.



Ortada kimsecikler yok.



Araba yüklendi, otele ulaştık.



Daha kapıda, gündüz beni Vali efendiye götüren polislerce karşılandık.



-Vali bey güvenliğiniz için bizi görevlendirdi buyurun.



Erkan ile beni kadrodan biraz uzağa doğru yöneltti.



Erkan’ın kulağına eğilip:



-Bu gece burayı terk edin, canımdan bezdirmeyin beni.



-Vali beye söyle, nereye ne zaman gideceğimize biz karar veririz. Hakkımızda bir karar varsa uygulasınlar, biz bu gece buradayız.



Arkadaşlar yanımıza geldiler, birlikte otele girdik.



Adam burnundan soluyor. Sinirlendikçe sağ kaşı bir inip bir kalkıyor!



On beş dakika sonra, otel kuşatılmaya başlandı.



Rahat yok. Yorgunluk, açlık bir yandan!



Tüm kadro otelin kabul yerindeyiz.



Arkadaşlar telefon için sıraya girdiler.



Görüşmeler postahane aracılığı ile yapılabiliyor.



“Acele, Normal, Yıldırım” adı altında görüşme yöntemleri var.



Erkan, durumdan basının haberdar olması için çabalıyor, bağlantı üstüne bağlantı deniyor.



Sonunda aradığını buluyor.



Yüzünde Antep çiçeği açmış gibi gülüyor.



-Alo… Günay… benim ben… he… ne haber nasılsın? Biz de iyiyiz de Antep iyi değil. Çanımıza ot tıkamaya çalışıyorlar.



Telefon görüşmesi, çağdaş bir meddahlık ustalığına dönüşüyor.



Erkan, Günay’a telefonda derdini anlatırken kapının önünde bekleyen, kaşı tikli polisi oynamaya başlıyor.



Şenlik ki sormayın. Katılıyoruz gülmekten ama durum vahim!



Bütün yaşadıklarımızı tek tek anlatıyor ve son durumun ne aşamada olduğunu tanımlarken bağlantı kopuyor.



Sonra uğraş babam uğraş, bir türlü bağlantı kurulamıyor.



Erkan rahat. “Anladı Günay durumu, şimdi bütün ülkeye duyurur.”



Polis, otel görevlisini çağırıp ne yaptığımızı öğrenmeye çalışıyor.



“Mebuslarla konuşuyorlar” deyince, yarım saat sonra otelin telefonu işlemez oluyor.



Karşımızda kebapçı dükkânı yanında baklavacı, biz onlara bakarız, onlar bize!



Sabahın köründe dizildik yollara.



Polis, şehir dışına kadar ardımızdan ayrılmıyor.



Nizip’te oyun var, aynı gece Kilis yollarına düşeceğiz.



Bu, Antep’e geri dönerek, daha Güneye doğru yol almak demek.



Varsın öyle olsun. Bizim için seyircinin olduğu her yer tiyatro nasıl olsa!



Düğün salonu iki saatin içine; ışıkları hazırlanmış, dekoru kurulmuş, kulisleri düzenlenmiş, kitap satış bölümü açılmış, dört bir yan oyun afişleri ve fotoğrafları ile donatılmış bir tiyatro haline getirildi.



Bu iş bölümüne dayalı, planlı ortak çalışma, bize hep öğretici olmuştur.



Hepimiz ne yapacağımızı biliyor, işimizi bitirince diğerine yardımcı oluyorduk.



Bir tiyatro adamının, mesleği ile ilgili her tür donanıma sahip olmasının en pratik yolu da bu olsa gerek. Ortaklaşarak öğrenmek.



Okumakla edinemeyeceğiniz birçok şey, yaşanarak bellenebiliyor.



Bir oyuncu; ışık, dekor, kostüm ve aksesuar ile olan ilişkisini uygulama yaparak geliştirirse meslek yaşamının sır kapılarını daha iyi aralayabilir.



Bu yüzden olsa gerek, Türkiye tiyatrosunun gezgin oyuncuları, ‘turneciler’, okullu arkadaşlarımızdan daha şanslıdırlar.



Her şey bitti. Beklemedeyiz.



Yine, Mehmet Karagül’den aynı ses, “kuşatılıyoruz”!



-Yahu niye be kardeşim, isyan çıkarmamızdan filan mı korkuyorlar bunlar?



-Daha da beteri, adamlar bize ‘vatan haini’ diye bakıyorlar.



Dışarı da asker-sivil ablukası büyüyor.



Gerekçe açık;



-Size saldırı yapılma ihbarı var.



-Kim bu ihbarcı?



-Vatandaş… diyor pişkince, arkasına bile bakmadan basıp gidiyor.



-Telefon etmek istiyoruz, PTT nerde? Sivil’in suratı karıştı ama yol gösterdi.



Yanımıza Mualla Çiğiltepe arkadaşı alıp, sokağa çıkıyoruz.



Nizip, fıstık ağaçlarının içinden çıplak bir yamaca yaslanmış, narin bir ilçe, her an bir fıstık dalı kırılırsa üzülecek gibi ılgın.



Birbirine paralel iki caddeden birinde buluyoruz bir PTT.



Erkan, yine Günay’ı arıyor.



Yazdırıyor kaydımızı, bekliyoruz kapıda. Nisan güneşi ılık.



Karşımızda hiç tanımadığımız adamlar, ‘hayalet görmüş gibi’ bakınıyorlar!



- Alo... Günay benim. Bunlar bizim peşimizi bırakmadılar. Nizip… Nizip… he… Burada da hocalara baskı yapmışlar, oyunu engellemeye çalışmışlar. Akşam göreceğiz ne olacağını. Adım başı arama var bölgede, her köy kavşağında, her ilçe, şehir giriş-çıkışında aramalar var. Bize düşman gözü ile bakıyorlar… Tamam, sağ ol… Arkadaşların selamları var… Sen de selam söyle dostlara.



Bu konuşmayı gün gibi anımsıyorum.



Oradaydım. Gün ortasında bir bahar.



İçinde bulunduğumuz durumu insanlarla paylaşmak için; uzaktaki yüzlerce dostumuzdan, yalnızca birinden yardım istiyorduk, adı Günay Akarsu idi.



Günay, ilk çıkartmayı da yapmış, olayın Hürriyet gazetesinde haber olmasını sağlamıştı.

…………



Düzgün kesilmiş sakalları, belirgin yüz hatları ve çerçeveli gözlüğü ile gördüğünüzde ve hele konuştuğunuzda bir daha unutamayacağınız bir adamdı.



Atlas pasajı, 207 numaralı binadır. 1870 yapım tarihli bu anıt yapı, dış cephesinin bakımsızlığı yüzünden pek dikkat çekmez ama içinde hazine barındırır: Beyoğlu Küçük Sahne.



Yüksek tavan boşluğu, şöminesi ve duvarlarını dolduran resimler içinize işler.



Salon ise, tiyatromuz için, bir müze kadar değerlidir. Yüreğinizi dolduran dost insan kokusu, içinizi kuşatır.



Benim için bu salon; binlerce büyülü sözcük saklayan kıymetli bir yaşanmışlıktır.



………



‘Güneyden Mektuplar” oyunumuzun İstanbul galasıydı.



Yer, Beyoğlu Küçük Sahne.



1975 kışının orta yerinde bir Pazartesi günü. O gün tanıdım Günay Akarsu’yu.



Amerikan işgalindeki Vietnam’da, halk direnişine karşı, Amerikan operasyonlarını anlatan bir belgesel oyundu “Güneyden Mektuplar”.



Oynadığım ‘Amerikalı Komutan’ rolü için; “ Çok hiddetli bir katilmiş. Evet, bütün faşistler böyle olur, kutlarım” demişti.



Yaşamını Toplumsal Gerçekçi Sanat’ı anlatmaya adayan bu endamlı adam, Brecht ve gerçekçilik için yaptıkları ile de ünlüydü.



Gençlik için yapamayacağı yoktu.



Onlarla aynı sofrayı paylaşır, kavgaya katılır ve de ‘hocalık’ ederdi.



Hayata dair, sanata dair, insan ilişkileri, sosyalizm ve sınıf mücadelesine dair edindiği ne varsa paylaşmak için çabalardı.



Yeni okumalarla bellekleri ‘yenilemek’ gerektiğini söylerdi.



“Kapitalizm durmuyor. Bu durumda nasıl olurda İnsan kirlenmez! İşimizin ne denli zorlaştığını görmek ustalık gerektirmez.”



Bu sözcükleri, “kahverengi” akıl defterimden aktarıyorum sizlere.



Atlas Pasaj’ı girişindeki, şimdilerde ‘2010 ofisi’ olarak kirletilen o mekân, dillere destan Kulis Bar’dı.



Açıldığı günden, kapandığı iki binli yıllara kadar sanatçıların ve gazetecilerin, yazarların ‘akşam mekânı’ oldu Kulis Bar.



Ben, Mücap Ofluoğlu, Erol Günaydın, Müşfik Kenter, Münir Özkul ve daha birçok saygın ustayı orada tanıdım.



Birçoğunun içindeki çocukla, saatlerce sohbet ettim.



Bar dediğim, küçücük bir mekân. Kapıdan girince boydan iskemleli bir içkilik ve sekiz-on masa.



Her müdavimin yeri belli.



Oyunun ön gösterimine katılan Seçkin Cılızoğlu, “Bu ne sertlik böyle, tüm laflar küfür gibi bunun neresi tiyatro” dedi ve olan oldu.



“Amerikan uçaksavar ve füzelerinin, kimyasal silahların altında can çekişen bir haklın tiyatrosu, başka nasıl olabilir? Gerçek gerçektir. Sağa sola kıvrılmaz. O toplumun yaşadığı sarsıntıyı bilmeden konuşamayız.”



Tartışma anında sönümlendi. Evet, bu diyalogları iyi anımsıyorum.



Sözü edilen oyun benim de içinde olduğum bir oyundu ve doğru tarafından okuyan, Günay Akarsu olmuştu. Dekor ve kostüm tasarımına ise yoğun eleştirileri vardı.



Ülke ve dünya ‘tahlilleri’ konusunda, hemen ayrışıyorduk.



İkimiz de TİP geleneğinden gelmemize karşın; Kırmızı Aydınlık, Beyaz Aydınlık ayrışmasın da, tam anlamı ile kopuş yaşamıştık.



Önemi yoktu. Kavga ortaktı. Hele bizimki, yani sanat kavgası ortaklık olmadan hiç olamazdı.



…………



İşte Erkan’ın aradığı Günay, bu Günay dı.



Ülkede oluşturulan zorba baskının karşısına, üreterek dikilen ve sözünü en geniş alanla paylaşmak için avazı çıktığınca, yüreği ile bağıran bir adam.



Günay’ın telefon görüşmesinin iki yerinde, “pis faşistler” demesini, Erkan keyifle anlatırdı.



Nizip’te düğün-tiyatro salonumuza geri döndük. Bizi izleyen tuhaf bakışlı adamlar da arkamızda.



O da ne, daha oyuna iki saat var, salon nerede ise dolmuş.



Seyircilerin arasından kulise dalıyoruz. Arkadaşlar şen şakrak.



Nizip Emniyet Müdürü gelmiş;



-Oyununuzu oynayın ve geldiğiniz gibi gidin lütfen. Biz burada olacağız, iyi oyunlar, diyerek ayrılmış.



-Nasıl yani, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu şimdi? Yahu daha demin, küfür dolu bakışlar fırlatan, bunun adamları değil mi kardeşim?



-Tamam, arkadaşlar sustum.



Dört yüz sandalye dizmiştik, hepsi doldu.



Daha gelenler var. Kulisteki sandalyeleri de aldılar.



Salonda adım atacak yer kalmadı. 1.zil, 2. zil. Erkan, Salonun ışıklarını söndürüp bir lokal yakılmasını istedi ve sahneye yöneldi.



Seyirci oyun başladı sanıp, Erkan’ı görünce alkışlayıp alkışlamama arası bir gel-git yaşadı ki, Erkan söze başladı.



-Değerli seyirciler, sevgili kardeşlerim, analar, bacılar; biz tüm ülkeyi karış karış dolaşıp gerçekleri anlatmak üzere yola çıkmış, bir devrimci tiyatroyuz. Birçok yerde olduğu gibi, bu bölgede de polis bize aman vermiyor. Ne istiyorlar bizden anlamış değiliz. Sanatı zulüm altında tutup, bizleri susturabileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Pir Sultan susmadı, Nâzım susmadı. Bizler de o onurlu damarın izini sürüyoruz, susmayacağız, sizi bulduğumuz her yerde sizinle olacağız.



Alkıştan yıkıldı salon.



“Kahverengi” akıl defterim, tarihin 20 Nisan olduğunu yazıyor.



Oyun bitti. Seyirciler geldikleri gibi, ‘sessiz’ gittiler. İçlerinde yardım etmek için kalan dostlarımızla seri biçimde topladık her şeyimizi.



Yola koyulduk. Antep üstünden Kilis yolu, arkamızda yine bir Renault!



Kilis’te otel de yerimiz hazır, istediğimiz saatte girebiliriz, bu iyi.



Ekip yorgun, gergin. İstediğin kadar şamataya vur, baksana arkana, takiptesin!



İlk çatakta arama var. Hayda! Çıkar kimlikleri. Bu bir değil ki beş, bazen on.



Anladığımız, devletin ödü patlıyor.



Sağcısı, dincisi, faşisti birleşmiş devrimcilere ve halka saldırıp, gözdağı vermeye çalışıyorlar.



Fıstık ağaçlarının içinde bir lokantanın önüne çekiyoruz otobüsü, hepimizin iştahı kabarıyor.



“Lokma saymaca” oyununu oynuyor Erkan, kimse yediğinden bir şey anlamaz oluyor, kahkahadan çınlıyor mekân.



Kaşığı daldırıyorsun kuru fasulyeye, Erkan ağzının suyu akar gibi dikiyor gözlerini, başlıyor seninle yutkunmaya, sanırsın senden aç.



-Al, ye.



-Yok canım olur mu?



Takip, daha da can alıcı sürer. Tabağın içine düşecek nerdeyse, dayanamazsın.



-Söyleyelim sana da bir tane.



-He söyle, parasını sen vereceksin ama.



Oyunu kazanmış olur. O gün sıra bendeydi.



Kilis’e vardık gecenin köründe. Girişte yine törenle karşılandık!



-Otelin yerini biliyor musunuz?



-Yok, bilmiyoruz ama buluruz.



-Biz size yol gösterelim.



Yani şaşırırsınız, adamlar resmen eşlik edip bizi otele kadar götürdüler.



Ama arabaları gece boyunca, otelin önünden hiç ayrılmadı.



Kilis, bin bir çarşılı bir çengi. Ne ararsan var, hepsi kaçak.



Suriye sınırı, bir göz atımlık yerde.



Geceleri ışıkları gözüküyor, kaçağı her tür yoldan getirmek mümkün.



“Kaçakçılık” bir meslek, hem de can pahasına bir meslek.



Gazeteler, 12.00’ye doğru geliyor. Bekliyoruz.



Dördüncü sayfada, ince uzun bir haber: “Vali yasakladı, oyuncular oynadı.”



Günay, tüm olanları Erkan’ın açıklamaları gibi aktarmış ve gerçeğin açıklığa çıkmasına katkı sunmuştu. Uzaktaki dost gereğini yapmıştı.



Telefona koştuk.



-Selam sayın Akarsu… Şimdi gördük gazeteyi teşekkürler. Mayıs’ta görüşürüz. On gün ordayız. Tüm arkadaşlarım adına seni selamlıyorum.



Kilis seyircisi de sokağa taştı. Ortada ne jandarma ne polis!



Siviller, buralarda bir yerlerde bizi izliyorlardır ama biz göremiyoruz!



-Bu mu yani? Bir gazete haberine yenik düşen devlet mi var karşımız da!



-Devlet değil Vali!



-Ha Vali ha Devlet, ne farkı var?



-Elbette fark eder. Bir kere adamın adı Orhan Aydın.



Yürüyorum Hasan’ın üstüne.



-Bunun şakası bile can sıkıcı!



Oyun sonrasında da uzakta yakında polis gözükmeyince yeni bir şaşkınlık yaşarken, yemek yediğimiz lokantada, “Kelle-paça” yudumlayan sivillerle karşılaştık.



-Ne zaman yolculuk?



-Yarın sabah.



-Birecik’ e gidiyorsunuz galiba?



-Evet öyle. Nerden biliyorsunuz gazetede mi yazıyor?



Sabahın alacasında döküldük yola.



Yakın gibi gözükse de bizim otobüs için biraz uzak. Her an her şey olma olasılığını da eklerseniz, geç bile kaldık.



Mezopotamya topraklarının bereket tanrısı gibi akıyor Fırat.



Dingin yeşil çayırlıklar içinden kale gözüküyor önce, sonra kelaynak kuşlarının barınakları, bin bir şekilleri ile kayalıklar .



Köprübaşındaki benzin istasyonu girişinde, ilçenin giriş yolunu tutmuş polis-jandarma.



Çevirdiler, İndik.



Kimlikler verildi, yetmedi araç arandı. Tüfekler, yaba, çapa, orak gibi aksesuarlar saatlerce incelendi.



-Bu patlar mı?



-Evet patlar. Ancak tetiği çektiğiniz an, efekt sesi vermek lazım.



Yol verdiler, köprüyü geçtik.



Süslü püslü bir köprü. Kelaynak kuşlarının boynu gibi, öyle ince uzun.



Altından Fırat akıyor, deli.



Salon,üç katlı bir binanın en üst katında. Yine her şey olabildiğince hızlı ve düzenli olarak hazır.



Emniyet müdürü geldi. Pehlivan gibi adam. Kulakları fındık büyüklüğünde. Yüzümüze bakmadan konuşmaya çalışıyor.



-Arama yapacağız,



-Neden, ne araması, az önce ilçeye girişte arandık!



-İhbar var.



Bu sözcük, sihirli sözcük.



Daldılar kulise, kostümlere, aksesuarlara düşmanca davranıyorlar.



-Onları sahnede kullanıyoruz.



-İşimize karışma.



Onun dediği oluyor işine karışamıyoruz. Her şeyi didikliyorlar. Sonunda elinde aksesuar bir Orak ile memurun biri geliyor yanımıza.



-Ne bu?



-Neye benziyor sizce?



-Küçük bir tırpan.



-Tarım emekçileri bunun adına, orak derler.



-Orak?



-Evet Orak.



-O zaman buralarda bir yerlerde Çekiç de olmalı.



Akla bakın akla, oyun gereçlerimiz, ‘suç unsuru’ olarak tanımlanmaya başlandı bile!



-Çekiç yok ama kazma, çapa gibi başka gereçler var. Ancak hepsi aletlerin benzerleri olarak yapılmıştır. Hem kullanışlı olsun, hem kolay taşınsın diye.



-Nerde kullanılıyorsunuz ki bunları?



-Sahne de.



-Allah Allah görelim bakalım.



-Evet, siz en iyisi görün bakalım.



Oyun saati yaklaştıkça gerilim tırmanıyor. Polis, kapı girişinde her yurttaşın üstünü başını arayıp öyle alıyor salona.



Salon dediğim, sahnesini bile biz yaptık. Yer seviyesinden 40 santimetre yükseklikte sekiz parçalı, bir yükseltimiz var.



Tamamı kurulunca 8 metre karelik bir oyun alanı oluşuyor ki bu oyun için uygun bir mekân yaratmak adına yetiyor. Sahnesi olmayan mekânlara sahne kurup, tiyatro seyircisini sahne gerçeği ile tanıştırmak, önemsediğimiz bir gelenekti.



Başladık. Ama kuşatılmış durumdayız. Seyircilerimiz olan Birecik halkı ve biz oyuncuların dört bir yanında, resmi-sivil görevliler var. Birinci sırada gündüz arama yapan ‘eleman’ oturuyor. Elinde defter-kalem sürekli not tutuyor. Öyle ki oyunun parçası haline geliyor adam. Duyduğunu yazıyor, gördüğünü yazıyor. Yanındaki sandalyede oyunun metni var bir yandan da onu okuyup neler olduğunu anlamaya çalışıyor ama çıkamıyor işin içinden, anlıyoruz. Seyircide bir kıkırdama, sahnede rahat durmayanlar var!



Ortalık gülmekten yıkılacak oluyor ki, Erkan ipi koparıyor.



-Sayın seyircilerimiz, görüyorsunuz en önde devlet oturmuş not tutuyor. Ancak buradan bakınca demin oynadığımız sahneyi iyi not alamadığını gördük. Şimdi, devletimize yardımımız olsun diye, o sahneyi tekrar oynamak istiyoruz.



Alkış patlayınca, oyun bir önceki tablonun başına dönüyor.



“Hayali gönlümde yadigâr kalan/ Bir yanım deryada çalkanır şimdi.”



Adamcağız metni karıştırıyor, bir türlü bulamıyor sahnede söylenen ağıtı.



Çıldırıyor, fırlıyor ayağa.



-Tamam, işte yok. Bu komünistler için söylenen marş burada yok. Bunlar suç işliyorlar.



Önce ıslıklar yükseliyor salondan, sonra da ağıt hep bir ağızdan tüm seyircinin katılımıyla söyleniyor.



Işıklar kararıyor, ortalık karıştı karışacak.



-Lütfen kimse yerinden ayrılmasın. Elektrikler kesildi. Ama bakın, karşı binada yanıyor. Şimdi buraya da gelecektir.



Hayır, öyle olmuyor. Emniyet Müdürü sahnenin önüne geliyor.



-Oyun Kaymakam beyin emri ile yasaklanmıştır. Herkes sakin olsun ve ses çıkarmadan burayı terk etsin.



Alkışlar, ıslıklar, protesto büyüyor. İnsanlar, yerlerinden kaldırılıp merdivenlere doğru yönlendiriliyorlar. Kalabalıkça bir izleyen grup, sahneyi kuşatmış bizi korumaya çalışıyorlar.



Hepimiz sahnedeyiz. Seyirciler ite-kaka dışarı çıkartılıyor.



-Tutuklusunuz.



Önümüzde bir tuhaf Amerikan arabası, ardımızda polis konvoyu koyuluyoruz yola.



Zifiri karanlıkta ışıl ışıl mavilikte gökyüzü.



-Nereye gidiyoruz?



Yanımızdaki sivillerden ses yok.



Urfa yolunda olduğumuzu algılıyoruz. Yolda birkaç arama noktasını durmaksızın geçiyoruz. Yanıma oturan sivil sigara üstüne sigara içiyor.



Tuhaftır, bizlerle birlikte dekor-kostüm ve aksesuarlar da tutuklu!



Sabahın ilk saatlerinde, karanlığın içindeki Urfa ya giriyoruz.



Önce Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyoruz.



İfadelerimiz alınıyor.



-Sahnede orak-çekiç göstererek ne anlatmak istediniz?



-Orak çekiç göstermedik. Zaten oyunda çekiç yok!



-Nasıl yok?



-Bayağı yok. Bizim aksesuarların içinde çekiç yok. Tutanağı yazan Memur çekiç denen aleti tanımıyor galiba?



-Komünistlerin marşını söylemişsiniz.



-Marş değil ağıt. Sözleri Nâzım Hikmet’e ait olan bir ağıt. Karadeniz’de katledilen Mustafa Suphi ve yoldaşları için yazılmış, söyleniyor, söylüyoruz. O sahne, o katliamı anlattığına göre doğru bir şey yapıyoruz.



-Bunlar başa bela. Atın içeri.



Dört bir yanı demirden bir kafesin içine konuyoruz.



Polislerin telsiz görüşmelerini duyuyoruz.



İçerden bağırtılar geliyor. Birinin canına okuyorlar.



Yaralı bir grup getiriyor başka bir ekip.



Önümüzde, bağırtı-çağırtılı ve bol küfürlü bir seyirdir gidiyor!



-Haydi, ayaklanın, Savcı bey bekliyor.



Toparlanıyoruz.



-Bu ne acele böyle? Görürsünüz bunlar bizi içeri atacaklar!



Savcı Emin Kaya; yaprak dökmüş kızılcık ağacı gibi bir adam. Üst üste soruyor soruları.

Yanıtların kısa ve seri olması için sürekli bağırarak uyarıyor.



Bağırdıkça kızarıyor, tıkanıyor, öksürük krizine tutuluyor. Komik ama gülünecek zaman değil!



-Orak-çekiç göstermişsiniz sahnede!



-Hayır, efendim göstermedik. Aksesuarların içinde çekiç yok.



-Yalan mı söylüyor bu belge?



-Evet efendim. Tutanağı düzenleyen polise “İstanbullu” diye sesleniyorlardı. Delikanlı hayatında hiç çekiç görmemiş olabilir.



-Soran olmadı, soran olmadı sus. Devlete ve devlet büyüklerine hakaret etmişsiniz.



-Etmedik.



-Mustafa Suphi denen komünist övülünce ne oluyor sanıyorsunuz siz? Aptal mı bu devlet!



Tiyatro adı altında ‘Komünistlik propagandası’ yapıyorsunuz. Otur yerine otur. Sen kalk ayağa.



Nizip’te bağırıp çağırmışsın. “Bu devlet bizi susturamaz, işte buradayız hadi görelim, el mi yaman bey mi yaman” demişsin.



-Ne öyle bir şey dedim, ne de bu anlama gelecek herhangi bir şey söyledim. Oyunumuzu oynamaya devama edeceğiz, dedim.



-Devlet umurunda değil yani? Otur.



Yaz oğlum. Aşağıda adları ve soyadları yazılı sanıkların kimlik bilgilerinin doğrulanması için ikametgah adreslerinden sorulmasına, duruşmanın 20 Mayıs 1976 tarihine ertelenmesine ve sanıkların tutuklanarak Urfa Kapalı Ceza ve Tevkif Evi’ne gönderilmelerine karar verildi.



Hayda… Kalakalıyoruz.



-Savcı bey, tutukladığınız bu insanların birer sanatçı olduğunu biliyor musunuz?



-Kaçıncı yüzyıldayız? Dağ başı mı burası! Kimin bu ülke?



-Kesin sesinizi haydi, götürün şunları.



Eee gel de şimdi kahrolsun faşizm deme. Tam yeri. Avazım çıktığınca bağırıyorum.



-Değişecek bu devran. Bu saltanat uzun sürmeyecek. Gün gelecek, bizimle karşılaştığınızda utanacaksınız. Kahrolsun faşizm!



Koridora çıkarılıyoruz. Bir adam sürekli resim çekiyor.



İki polis, yanlarında jandarmalar, kollarımıza kelepçe takıyorlar. Adam resim çekiyor, Erkan bağırıyor.



-Buradaki herkes duysun, benim adım Erkan Yücel. Tiyatro oyuncusuyum. Buradaki arkadaşlarım da tiyatrocu. Savcı Emin Kaya, bizi haksız yere tutukladı. Duyurun, herkes bilsin, bizi Urfa Cezaevi’ ne gönderiyorlar.



Birkaç avukat yöneliyor bize doğru, engelliyor Sivil.



Adam resim çekiyor. Kimseden ses çıkmıyor. Sonunda bize doğru yöneliyor güleç, çiçek yanığı bir yüzü var.



-Filmleri öğleden sonra İstanbul’a gidecek otobüsün şoförüne yetiştireceğim. Yarın ellerinde olur. Günay ağabey telefon etmişti. Ben A.A muhabiriyim. Haberi telefon ile hallederim. Geçmiş olsun.



Bir kez daha Günay.



……….





Bahar ortasında bir ayaz.



Hiç sormayın, kemiklerimiz donuyor.



Binanın bu ek inşaatı yeni bitmiş, yapı bahar güneşi ile ısınıp kendine gelmeye çabalıyor.



Yan yana tek kişilik hücrelerde yatıyoruz.



Tabutluk gibi.



İki metrekarelik alanda, tuvalet taşı ve akmayan bir musluk var.



Demir ranzanın üstünde, yırtıp pırtık bir şilte.



Kapılarımız, yüksekçe bir duvarın önümüzü kestiği, dar ama uzun bir avluya açılıyor.



Gökyüzünü görebiliyoruz, derinliğine bir mavilik.



Erkekler bölümünde on dört kişiyiz. Üç arkadaşımız da kadınlar bölümündeler.



Urfa Ceza ve Tevkif Evi’ne tıkılışımızın on ikinci günündeyiz.



Kafalar kazılı on dört “Adem Baba”.



Boş durmuyoruz.



Erkan kantinden aldırdığımız mavi pelür cinsi bir kâğıt tomarına, belleğindeki oyunu yazıyor kurşun kalemle.



72. Koğuş.



Hepimiz okuduk-izledik ama ezbere bilme şansımız yok.



O ‘İzmirli’ karakteri ile göklere çıkardığı oyunu replik replik kâğıda döküyor.



Bir yandan prova ediyoruz.



Geceli gündüzlü, seslerimizi birbirimize ulaştırma şansımız olduğuna göre boş durmamalıydık.



‘Tavukçu’ rolünü ezberlerken, Aydoğan Ergezen ağabeyim düşüyor usuma. Bir aktörün beden dili, bu kadar farklı bir zenginlikte olursa yapamayacağı yoktur.



-Anam-babam Aspasya… Benim Aspasya’yı görecektiniz… Karı mı bunlar be… Şerefsizim on yedi, yoktu on sekizinde o kaşlar, o gözler, o kalça ah ulan ah. Yaktın beni İnek basamakçı… Biliyon mu İzmirli?



- He… Biliyom. Bu Aspasya dediğin kümesin en tombul kızıydı.



-Ülennn…



Leşçi bir hücreden ses veriyor, kaptan başka bir hücreden.



Dekor-Kostüm ve aksesuarları anlatıyor Erkan.



“Bir çuval dolusu bayat ekmek, eski bir mangal, yırtık-pırtık elbiseler, yerde gazeteler, fasulye tenceresi, kırık bir kepçe, tavla zarları, bozuk paralar, Leşçi için bıçak. Kar yağdırmak lazım… Pencereden görmeli seyirci, herkes düşünsün ne yaparız?”



Orhan Kemal ile olan dostluğundan söz ediyor uzunca. Bereketli Toprak Üstünde için, “içim gidiyor, çok iyi” diyor.



Oyun yol alıyor.



17. gündeyiz. İstanbul turnesi iki seksen yatıyor. Gazeteler haber yapmış mıdır?



Ankara Gençlik Parkı Muhsin Ertuğrul Açık Hava Tiyatrosu’na girme kararı alıyoruz. Çıkar çıkmaz, dekorları çakıp, oyunu çıkarıp haydi sahneye.



Fatma için, Mualla arkadaşa oyunu göndermenin yollarını aramaya başladık ki; ortak avlunun sonundaki mazgallı demir kapı, gürültüyle açıldı.



Sivaslı elindeki kâğıttan isimlerimizi sıralıyor.



-Ne oluyor? Galiba koğuşlara gönderecekler.



-Hazırlanın diyor.



Neyimiz var ki hazırlanacak?



-Savcı bey tahliyenize karar verdi, duruşmalar tutuksuz devam edecek. Haydi, geçmiş olsunnn!



Yine öyle, bakakaldık!



Turne otobüsümüz, Cezaevi’nin yan avlusunda kuzu gibi yatıyor.



Güneş yaz çağrıcısı, alnımı yakıyor.



İçeri girerken, yüreğim ürperiyordu!



İki gardiyan uğurluyor bizi. Siirtli yaman adam. Bize kantinden kâğıt-kalem-sigara ve çay taşıyan da o.



Kâğıtları göğüs kafesine sokarak getirmiş, bunun için ‘bir şey’ talep etmemişti.



-Bütün gazetelerde siz varsınız.



Birbirimize bakıyoruz. Erkan ile aynı anda dökülüyor kelimeler; Günay Akarsu.



Mualla bağırıyor avazı çıktığınca; Yaşasın tiyatro.



Ankara yollarına diziliyoruz. 1976 11 Mayıs.