31 Mayıs 2010 Pazartesi

Katil…


“Kana kan intikam” naraları ile büyüttü kendini.

“Vatan’nın ve milletin bölünmez bütünlüğü” düzmecesinin arkasında kurdu kanlı pusularını.

“Komünistler Moskova’ya” diye ulumaktan nefesi tıkanır, sesi düşerdi.

Tüm ‘faili meçhul’ katliamların ardında onun adı vardı.

Tüm katiller gibi; uçan kuştan, esen yelden, sabah güneşinden, aydınlık gökyüzünden korktu.

Karanlığı sevdi hep.

Kör karanlıklarda kurdu kahpe pusularını.

Görmek istiyorsanız bir katilin cinayet kokan yüzünü, fotoğraflarına bakın.

Korkak bir kin gizlidir bedeninde.

Artık aramızda dolaşıyor.

Bakarsınız bir gün bir üniversite avlusunda çıkar karşınıza.

Sokağınızda, iş yerinizde, bir fabrika avlusunda yada bir sabahın kuytuluk beyazında

Yine tepeden tırnağa kin, tepeden tırnağa nefret, gözlerini dikip bakar gözlerinize.

İnsan kanına susamış.

Cani.

Deli göz bebekleri.

Eğer bir yurtseverseniz, devrimciyseniz basar tetiğe.

Bir değil, bin kez ateş eder yüreğinize.

Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi yedi devrimci kardeşime kurşun yağdırıp kan kusarken, dualar etmişti Allah’ına.

Şimdi de öyle yapıyordur.

Dönüp yüzünü kıbleye, dualar ediyordur kelepçelerini çözen mahkemelere, savcılara, yargıçlara.

Dualar ediyordur, “ülkücü camianın ağabeylerine”

Kafa tokuşturup el pençe divan duruyordur, Susurluk ta kamyon altında kalan namussuzluğa.

Oysa ellerindeki kanı, titrek yüreğindeki kini, nefreti, halk düşmanlığını temizlemez dualar.

Ey insanoğlu, hangi ülkede vardır insan katliamından mahkum edilip, yedi kez idam cezası yiyen bir katilin ortalara salınması?

Hangi ülkede vardır, bir ölüm makinesinin göz göre göre affı?

Hangi ülkede vardır yargının, katili koruması?

Şimdi dikkat et ey insanoğlu, martı kanatlarının özgürlük için çırpmasından bile korkan bir faşist, aramızda dolaşıyor.

Aynı gökyüzünün altında aynı havayı soluyoruz.!

Adı: Hâluk Kırcı.

Adı kin,adı nefret, adı cinayet, adı ölüm, adı katil.

oaydinoaydin@gmail.com.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

NÂZIM OYUNCULARI, NÂZIM USTAYI ÖLÜMÜ’NÜN 47. YILINDA NÂZIM’IN SÖZCÜKLERİ İLE SELAMLIYOR.


YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM

NÂZIM OYUNCULARI

YAZAN NÂZIM HİKMET

OYUNLAŞTIRAN METİN COŞKUN

YÖNETEN ŞAKİR GÜRZUMAR

YÖNETMEN YARDIMCISI EYLEM ŞAFAK AYDIN

IŞIK TASARIMI YÜKSEL AYMAZ

SES-EFEKT ERSİN ERHAN AŞAR

DEKOR-KOSTÜM ERHAN ALABAŞ

DESENLER ABİDİN DİNO

FİLM TASARIMI SEMİR ASLANYÜREK

OYUN FOTOĞRAFLARI ÇERKES KARADAĞ

IŞIK UYGULAMA ALEV TOPAL

SAHNE AMİRİ CANSU FIRINCI

TEKNİK BERAN SOYSAL

OYNAYANLAR METİN COŞKUN / ORHAN AYDIN / AYŞEGÜL ALPAK




“…TEK AÇ İNSAN KALMAYACAK…TEK İŞSİZ YOK. OKUMA YAZMA BİLMEYEN DE YOK. PATRONDU, İŞÇİYDİ, KÖYLÜYDÜ, POLİSTİ, JANDARMAYDI YOK. SENDEN KORKU BENBEN KORKU DA YOK. ÇALIŞ İSTEDİĞİN KADAR. YE, İÇ, OKU, YAZ KEYFİNE BAK İSTEDİĞİN KADAR.
HAY ANASINI OLACAK BU İŞ, YALNIZ BİRAZ TEZ OLSA…”

NÂZIM HİKMET’İN AYNI ADLI ROMANINDAN OYUNLAŞTIRAN YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM, USTA’NIN OTOBİYOGRAFİK YAŞAM ÖYKÜSÜNDEN KESİTLER İÇERİYOR.

OYUN İLK GÖSTERİMİ İLE, 3 HAZİRAN PERŞEMBE SAAT 21.00 DA NÂZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZİ BAHÇE SAHNESİ’NDE, 9 HAZİRAN ÇARŞAMBA SAAT 20.30 DA MALTEPE TÜRKAN SAYLAN KÜLTÜR MERKEZİ’NDE VE TÜM YAZ BOYUNCA, ANADOLU DA TİYATRO SEVERLERLE BULUŞACAK.

Organizasyon:
Hasan ÖZKAYA 0532 251 83 82 hasanozkayaorg@gmail.com
Orhan AYDIN 0543 614 01 08 oaydinoaydin@gmail.com

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Meraklısına duyurulur…

Sabahın kör karanlığında Zonguldak-Kilimli’de, Karadon maden ocağının kapısında otuz can, alınlarında ferleri sönmüş birer ışık, giriverdiler yerin yedi kat altına.

Bilmiyorlardı, alacakaranlıktaki sessizliğin hinliğini, gülüşlerinin kör düğüm olmasının nedenlerini, bilmiyorlardı.

Salınıyorlar bir kara sabahın bağrından, bir derin karanlığın böğrüne.

Maden ocağının yedi kat derinliğinde, soğuk bir tabutluk gibi hayat.

Elleri, gözleri, yürekleri kömür karasına bulanmış, nefes alışları titrek, dilleri lal.

Havada can korkusu ve kara toz bulutu gibi yaşama tutkusu.

Sesler çoğalıyor birden, yerin yedi kat dibine doğru çöküyor dünya.

Aynı anda, kapkara bir uğultu kuşatıyor yurdumun üstünü.

Maden ocağının kör derinliğinde otuz yürek, iniltilerle susuyor.

Son hıçkırıkları nasıldı acaba, hangi eller uzandı birbirine, hangi gözler baktı o kahpe ıssız karanlığa.

Hangi umut ışığı arandı?

Hangi can hangi can’a tutundu?

Birden büyük bir yalnızlıkla örtüldü göz bebekleri.

Simsiyah bir kimsesizlik yığıldı tüm bedenlerin üstüne.

Dışarıda susuverdi dünya, susuverdi hayat, susuverdi insanlık.

İnleyen ağıtlara karşılık, vaazlar çekildi maden ocağının önünde.

Utanmadan, arlanmadan, otuz can’a yüklendi suç!

Bir Bakan, bir başka Bakanın elini sıkarken, Başbakan ünledi kürsüden, “Bu bölge insanı alışkındır buna, bu tür olaylar çok olur. Bu bir kaderdir, elden ne gelir?”

Kalabalığın yüreklerinde, umut karası bir hınç çoğaldı.

Mehmet, bir kömür parçasını sımsıkı kavrayıp, avazı çıktığı kadar bağırdı. “Defolun buradan, şeytan görsün yüzünüzü”

Kara tuhaf eller, ağzını kapatıyorlar Mehmet’in.

Susturduk sanıyorlar.

Kalabalığın öfkesi kabarıyor, gözyaşları zifiri bir siyahlık gibi düğümleniyor boğazlarında.

Göçük altındaki taşeron işçisi İsmet’in Annesi Fadime Ana, acılar içinde kıvranarak, “Ey Allah’tan korkmaz, kuldan utanmazlar, bu mudur kader? Can güvenliği yok evlatlarımızın, bilmez misiniz?” diye inliyor.

Jandarmalarla, Başbakan korumaları yürüyorlar kalabalığın üstüne.

Uğultu büyüyor, koskoca kara bir yumruk oluyor öfke.

Başbakan, hortlak görmüş gibi titriyor.

Görülmedik bir korku, görülmedik bir düşmanlık okunuyor göz bebeklerinden.

Bakanlar, taşeron işletmesinin ofisine sığınıyorlar, avdan kaçan tavşanlar gibi ürkek.

Meydan ağlaşan analara, çocuklara, acıdan öfkeleri ağıt olan ailelere kalıyor.

Kalakalıyorlar, bir başlarına çaresiz.

Kalakalıyorlar umutsuz, yenik.

İş makinelerine yürek bağlıyorlar.

Ses veren olmuyor yerin kat derinliğinden,

Umut tükeniyor, bedenler sızı dolu birer bahar yağmuru şimdi.

Dördüncü gün, yirmi sekiz can’a ulaşılıyor.

Yirmi sekiz kömür karası insanoğluna eller uzanıyor.

Çocuk çığlıkları doluyor maden ocağının yedi kat derinliğine.

Simsiyah bir karanlıktan, simsiyah bir gökyüzünün altına taşınıyorlar.

Tabutlar eller üstünde, dualı, bayraklı, allı yeşilli.

Cami avluları kimsesiz-sessiz, mezar başları kimsesiz-sessiz.

‘Kaza’ diyorlar adına, ‘kader’miş’ nedeni.

Aynı gün bize doğru, kara kapkara kömür yüklü, otuz kamyon yola çıkıyor Zonguldak şehrinden.

Bu öykü, 21. yüzyılın Türkiye’sinde yaşanıyor.

oaydinoaydin@gmail.com

17 Mayıs 2010 Pazartesi

İstanbul kimin şehridir?


İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın bütçesini kim ya da kimler talan etti?

Bilinmiyor.

Açıklanmayacak, bunu biliyoruz.

Bu durumun böyle olacağını, o Ajansın birilerine ‘bağışlanmak’ için kurulduğunu daha ilk gün yazdık, söyledik.

Gerekçemiz ise açıktı.

‘Ajans’ın başına iş bilmez, gözü aç, sanat ve kültür ile ilişkileri tamamıyla tartışmalı olan isimler üşüşüyor’ demiştik.

Öyle de oldu.

Daha kurulduğu ayın hemen ertesinde “İstanbul camileri için Uşak kilimleri projesi” adıyla kimlere ne kadar para transfer edildiğini sorguladık.

“Bu iş hangi akla hizmettir” dedik.

Yanıtlayan olmadı.

Yine kuruluşunun daha ilk yılı dolmadan, Nuri Çolakoğlu’nun tam da AKM tartışmaları sürerken istifa nedenlerini sorguladık.

“Olup bitenler halkla paylaşılmalı; Ajans’ta kaynayan cadı kazanından, pis kokular yükseliyor” dedik.

Dinleyen olmadı.

İşin başına bir ‘tüccar’ getirildi. “Sanat ve kültürle Şekip Avdagiç’in ilişkisi ne?” diye sorduk.

Duyan olmadı.

Avazımız çıktığı kadar bağırdık.

AKM’nin önünde, olmadı 2010 Ajansı’nın dış kapısının önünde, “burada yolsuzluklar yapılıyor, bu ülkenin savcıları, yargıçları bize kulak vermelidirler, suç duyurusunda bulunuyoruz’ dedik.

Dinleyen olmadı.

Mimarlar Odası, Kültür Sanat-Sen, Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği, Özerk Sanat Konseyi ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi olarak aylık basın açıklamaları gerçekleştirip; yolsuzlukların, ajans içindeki rant kavgasının, çakma prodüksiyonların, programların izini sürdük.

Belgelerden oluşturduğumuz dosyaları paylaştık.

Basın ilgisiz kaldı.

Hükümet ve hükümetin atadığı Ajans kadroları, yöneticileri, yandaşları duymazlıktan geldiler.

Savcılar, yargıçlar duymazlıktan geldiler.

Çıkar kavgalarıyla iç çatışmalar açığa çıkıp, ikinci kez istifalar sökün edince, basın yine ilgisiz kaldı. Küçücük haberlerle mesele adeta geçiştirdi, pislikler Uşak kilimlerinin altına süpürüldü.

Yurttaşların sessiz çoğunluğu, ‘İstanbul için’ kurulduğu söylenen Ajans’ın talan edilmesine seyirci kaldılar.

Ortada konuşulan rakam, 400 milyon Euro’dur.

Ajans ise, kendilerine 2008, 2009 yıllarında, 200 milyon Türk Lirası aktarıldığını söylüyor.

Bu paranın yalnızca 20 milyonu, açılış gecesinde birilerinin cebini doldurdu!

‘Sanatçı’ kimlikleri bile tartışmalı popçularla meydan konserleri, havai fişek gösterileri ve sultanlara yakışır, Haliç güzellemeleri yapıldı.

2010 Ajans’ı tarafından üretilmiş tek prodüksiyon yoktur.

‘Ismarlanan’ işlerin yüzde 90’ı ise, her anlamda tartışmalıdır.

Dışarıdan getirtilen projeler, sanatsal erginlikten, estetikten yoksun ‘çakma’ işlerdir.

Bu işlere harcanan rakamlar, aradaki ‘sanat tefecisi’ bir takım ‘çakma’ ajanslara ödenen rakamlar, bilinmemektedir.

Ülke genelinde Ajans, hangi sanat alanında kimlere, hangi işleri yaptırmıştır?

Bunlardan kaçı sanatsal, kültürel etkinliktir?

Bu işler için hangi şirket, Ajans ve kişilere ne kadar ödenmiştir?

Ajans’ın iş yaptırma veya proje satın alma ‘kıstasları’ nelerdir?

Ajans fonundan İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne, ‘alt yapı çalışmaları için’ ne kadar para, hangi gerekçeyle aktarılmıştır?

Ajans yönetimince açıktan kollandığı belli olan kaç dinci vakıf, cemaat ve ‘yardımsever dernek’ vardır?

İstanbul Film Festivali ve Tiyatro Festivali için İKSV’ye nasıl bir destek verilmiş, kaç lira ödenmiştir?

Üniversiteler Tiyatro Buluşması’na sunulan katkı nedir?

Kültürel varlıkların geri kazanımı için kaç lira harcanmıştır?

Yurt içi ve yurt dışı ‘tanıtım giderlerine’ ödenen para ne kadardır?

AKM’nin onarımı için Ajans fonundan ayrılan ve Kültür Bakanı tarafından bankaya yatırıldığı söylenen, 75 milyon Lira neden ortada yoktur?

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul AKB Ajansı arasında AKM için, 8 Ekim 2008’de yapılan protokole neden uyulmamaktadır?

Nedeni, toplumla, sanat alanlarıyla, kentine ve kültürel varlıklarına sahip çıkan duyarlı yurttaşlarla, sanat örgütleriyle inatlaşan, ‘AKM yıkılmalı’ diyen Başbakan mıdır?

Ey okur, ey halk, ey sanatçı kardeşlerim yasalar bir kez daha çiğneniyor.

Gerçekler, AKP tarafından ve yandaş medyasının yoğun desteğiyle bir kez daha gizleniyor.

Yasalar önünde suç işleniyor.

Bir kez daha, inatla yineliyorum.

2010 AKB Ajansı, yaptığı tüm işlerin ve harcamalarının tek tek hesabını vermelidir.

AKM onarımı hemen başlatılmalıdır.

İstanbul kimin şehridir?

Bir avuç yiyicinin mi, yoksa alanları, meydanları dolduran eşitlik-özgürlük ve barış diye haykıranların mı? Bilinmelidir.


0aydinoaydin@gmail.com

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Susmanın erdemi…


Dünya Operası’nın kalbi İtalya’da iki haftadır üst üste perdeler kapanıyor.

İtalya Hükümetinin “ekonomik krize karşı tedbir olarak, prodüksiyon giderlerini kesmesini” gerekçe gösteren operalar, yıllardır oynanan ve artık bir efsane haline gelmiş bir çok yapımın perdelerini indiriyor.

Milano’daki La Scala Opera binasında sahnelenen “Simon Boccanegro”, Turin’de “Sevil Berberi”,Trieste’de “Madame Butterfly”, Bologna’da “Carmen”, Roma’da “Don Kişot” gösterimleri iptal edilen operalar arasında.

Sanat emekçileri ile toplantılar yapan Kültür Bakanı Sandro Bondi, “başkaca çözüm yolları bulmalıyız” diyor; ancak, hükümet kararında direniyor.

Sanatçı temsilcileri ise, “hükümetin bu uygulaması İtalya operasına ve seyircisine indirilmiş bir darbedir. Krizin faturasını biz değil, ülkeyi bu duruma düşüren siyasiler ödemelidir” diyorlar.

Sanırım, İtalyan opera çalışanları adına, bakanla görüşme yapan sanat emekçilerinin bu sözleri bizlere hiç yabancı gelmemiştir.

Ülkeyi ekonomik anlamda çıkmaza sokan, gelir dağılımında adaletsizliği kışkırtıp yoksulu daha da yoksullaştıran, işsizliği çığrından çıkaran, insanlarımıza mezarda emekliliği reva gören AKP hükümetine karşı, emekçilerimiz, işçilerimiz ve işsizlerimiz bu gerçeği birlikte haykırdılar, haykırıyorlar.

Bırakalım ülkemizdeki krizin faturasını tartışmayı, beyinlerine inen kara yumruklarla salonları elinden alınmasına dahi ses çıkarmayan, İstanbul kentinde bile sürgün edilen Operamız, Balemiz, Senfonimiz ve Tiyatromuz çalışanları, sanatçıları ne yapıyor peki?

Hiç. İnanın, kocaman bir hiç.

Öyle teslim olmuş, birilerinin ağzından çıkacak üç-beş kelimeyi bekliyorlar.

Ellerinden, bir gece ansızın sökülüp alınmış AKM binası için, kıllarını kıpırdatmıyorlar.

Opera, Bale Genel Müdürü Rengim Gökmen bu konu için Bakan ya da, ‘yıkılması caizdir’ diyen Başbakan ile bir görüşme yapmış mıdır?

TOBAV, yapılan açıklamaların dışında, ciddi bir tepki oluşmasını sağlayacak ne gibi eylem, ya da önerme gerçekleştirmiştir?

Kaç sanatçı dostumuz, koruma altındaki anıtsal bir mimari yapının yıkımına karşı çıkmıştır, çıkmaktadır?

DETİS, neden ‘eli kolu bağlı seyirci’ gibidir?

Ve elbette AKM’de yıllardır oyunlar, operalar, baleler izleyen, senfoniler dinleyen seyirciler ne yapmışlardır?

Susmak, erdem mi olmuştur?

Nedeni, memleketimin üstüne atılmış kara örtü ise, nerede kaldı sanatın, sanatçının onurunu korumak için direnmek?

Nerede kaldı, kültürel değerlere saygı?

Nerede kaldı ortak değerlerimize sahip çıkma duyarlılığı?

Kendi evi başlarına yıkılan insanlık kadar reaksiyon gösteremeyen, kuru bir çoğul olmak mıdır bize yaraşan?

Dünyalı meslektaşlarımızın daha önce yaptıkları da örnek olmamıştı bizlere.

İngiltere tiyatrosunun grevi, Fransız tiyatrosunun hak arama direnişi, Avrupa’nın birçok ülkesinde kurulan sanat örgütleri ve yürüttükleri mesleki ve de sanatsal kavgalar, bizi hiç mi hiç ilgilendirmemişti!

Şimdi, İtalyan opera sanatçıları ve emekçilerinin “krizin faturasını ödemeyeceğiz” demeleri de ilgilendirmeyecek mi?

Birlikte susalım istiyorsanız, yanılıyorsunuz?

Sanat yaratıları için ülkenin en büyük ve en uygun tek kültür merkezi olan AKM hayalet binaya dönüştüreli iki yıl oluyor.

Yıkmak için ise, bu kara beyler zaman kolluyor.

Oysa AKP’ye karşı kazanılmış bir dava var ortada. “Binanın aslına uygun bir biçimde onarılmasını” içeriyor.

Bunu bilerek ve isteyerek yapmayanlar ise, yasalar önünde suçlu.

O suçlularsa, Kültür Bakanlığı, Başbakanlık ve Hükümet koltuklarında oturuyorlar.

Suçluyu, ‘suç işliyor’ diye halka ve yargıya duyurmak bize düşüyorsa, biz buna hazırız.

Siz, aman ha susun!

Olmadı, kent kültürel dokularının talan edilmesine, anıt yapıların yıkılmasına, alanlarımızın, meydanlarımızın ranta açılmasına alkış tutun.

Ya da AKM’nin zemin katında istiflenerek ölüme terk edilmiş piyanolara, kemanlara, viyolalara, kostümlere, hurdalara dönmüş dekorlara, aksesuarlara sarılıp ağlayın.

Dünya sanat yaratıcıların size teslim ettiği sözcükleri, atın ayaklarınızın altına, çiğneyin gitsin, rahatlarsınız.

Kazıyın belleklerinizi, kurtulursunuz bu azaptan olup biter.

Başkaca ne gelir ki elinizden!

oaydinoaydin@gmail.com

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Kopara kopara…

32 yıl sonra, alınlarında Mayıs güneşi, Taksim Meydanını dolduranlar, yeni bir tarih yazılacağının, ilk işaretlerini verdiler.

Başbakan’ın “yasağı biz kaldırdık” söylemi, Taksim için verilen mücadeleyi ve genel biçimiyle işçi hareketleri ve hak arama eylemleri için yapılanları unutturma girişimidir.

Yaşadıklarımız daha dün gibi.

Hiç birimiz yediğimiz copları, biber gazlarını, tazyikli su kusan panzerleri unutmadık.

Ne Taksim Meydanında, ne Ankara’da, ne İzmir’de, ne Diyarbakır’da.

Üstümüze kılıç-kalkan ekipleri halinde saldırtılan polis güçlerine verilen emirlerin kimlerden alındığını ve nasıl düşmanca uygulandığını da biliyoruz.

Başbakan’nın ekranlardan üstümüze taşan çiğliği, AKP’nin tüm ülkeye yedi yıldır yaşattığı toplumsal işkencenin üstünü örtme telaşından başka hiç bir şey ifade etmez.

Taksim Meydanının yeniden kazanılması, AKP’ye ve yandaşlarına diz çöktürten işçilerin, emekçilerin ve yurtseverlerin kararlı mücadelesinin sonucudur.

Çok iyi biliyorlar.

Artık AKP’nin ve işbirlikçilerinin işi, dünden daha zordur.

İlk kitlesel yanıt verilmiştir.

Şimdi ardı arkası kesilmeden, hayatın her alanında karşı duruşu çoğaltmak, önümüzdeki baharın daha güçlü olmasını sağlayacaktır.

Bu anlamda umudumu çoğaltıyorum.

İş, aş, ve barış kavgasının, özgürlük ve eşitlik kavgasına eşlik edeceği günler, hiç uzak değildir.

Kanlı 1 Mayıs’ta kürsünün kurulduğu, şimdiki otobüs duraklarının bulunduğu yerden alanı gözlediğimde yeşerdi bu umudum.

Her yaştan binlerce emekçi, işçi, devrimci, aydın ve sanatçı el ele vermiş, yürek yüreğe aynı sloganı haykırdık.

‘Gün gelecek, devran dönecek, AKP halka hesap verecek!’

İşte çağın bezirganlarının canlarına ot tıkanacağının kanıtı olan ortak çığlık.

Taksim, artık 1 Mayıs alanıdır.

Ve evet, kopara kopara alınmıştır.

2010 1 Mayısı’nda sanatçı dostlarım açısından da önemli bir kazanım yaşanmıştır.

Sistemin yaşattığı korku duvarı, paramparça edilmiştir.

O gün, o meydanda hangi safta olurlarsa olsunlar, işçilerle, emekçilerle yan yana gelen sanatçı arkadaşlarımız, tarihlerinde ilk kez bu kadar kalabalık olmayı başardılar.

Bu hiç de küçümsenecek bir durum değildir.

Sinemacılar, tiyatrocular, set işçileri kardeşlerim, ressamlar, dansçılar, müzisyenler, şairler, edebiyatçılar, fotoğrafçılar yan yana omuz omuza aynı sloganı haykırdık.

“Yaşasın 1 Mayıs.”

Sanatçıları yanlarında gören işçilerin, emekçilerin, gençlerin yüreklerindeki coşku, kardeşliğin, beraberliğin, birlikte çoğalmanın ve hesap sormaya karar vermenin de coşkusudur.

Önümüzdeki süreci örecek olan da bu coşku olacaktır.

‘26 Mayıs Genel Grev’ çağrısında, aynı kararlılığın daha da çoğalması, bezirganların uykusunu kaçırmaya yetecektir.

“Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir.”



oaydinoaydin@gmail.com.