27 Eylül 2011 Salı

Ferman…
Çabuk unutuyoruz.
Her şeyi ama her şeyi çabuk unutuyoruz.
Olaylar ülke gündemine bir balon gibi geliyor yine bir balon gibi sönümlenip gidiveriyor.
Fazla değil iki ay önce Beyoğlu Belediyesi’nin İstiklal Caddesi başta olmak üzere, tüm ilçede başlattığı uygulama unutuldu gitti
Oysa ‘masa sandalye savaşı’ denen halkı ve esnafı bezdirme, sindirme, hiçe sayma, ortak yaşam alanlarına açıktan saldırı uygulaması, son hız devam ediyor.
Polis destekli zabıtalar kılıç kalkan ekipleri gibi sokaklara dalıp, ne buluyorlarsa parçalayarak kamyonete yükleyip götürüyorlar.
Bu arada insanlara yapılan hakaretin de bini bir para.
Turistler, halk ve esnaf kötü bir ‘orta oyunu’ izler gibiler.
En son tanık olduğum olay, akıl kuşatıcı cinsten.
Kahve ve barların bulundukları sokaklara zabıtalar için erkete diken esnaf, haberi alır almaz masa sandalyeleri içeri taşımaya koştururken, zabıta ve polisler ‘Allah Allah’ diye çalışanların üstüne saldırdılar.
Ortada gözüken birkaç masa-sandalye derdest edildi.
Kent eşkıyaları gibiler.
Ne bir uyarı yapılıyor ne bir tutanak tutuluyor.
Gülünç, acı ve sinir bozucu.
Olaya müdahale edenlere karşı, ellerinde coplar ve biber gazlarıyla polis bir adım öne çıkıyor.
Mis Sokak’ta yaşadığım bu olay, Beyoğlu Belediye Başkanı A. Misbah Demircan efendinin bölge halkını-esnafını-çalışanlarını düşman yerine koymasının işareti olsa gerek!
Bir ferman ile başlayan bu savaş, daha da süreceğe benziyor.
Esnaf’ın işgaliye ödeyerek koydukları masa-sandalyeler için açtıkları “hak gaspı” davalarından da bir sonuç çıkmayacaktır.
Sorarlar adama, ‘kimi kime şikâyet ediyorsun be gafil’ diye!
Mahkemeler yüzünüze kapanır.
Kırılan-parçalanan-gasp edilen eşyalar için açılan davalar ise, sürer de sürer.
Olay ortaya çıktığı günlerde üst üste eylemler yapıldı.
Esnaf birleşip yürüdü.
Hukuksuzluğa dikkatler çekildi dinleyen olmadı, hak ihlallerine dikkat çekildi dinleyen olmadı.
Başkan efendi, randevu taleplerini kabul etmeyip medya yoluyla adeta meydan okudu ve açıklamayı yaptığı gece hızını alamamış olacak ki, sokak müzisyenlerini de kaldırma kararı verdi.
“Bir tek müzisyen kalmayacak” ferman’ı verilince, iki saat içinde İstiklal’in sesi yok edildi.
Polis destekli zabıtalar; kukla oynatıcıların kuklalarına saldırdılar, müzisyenleri tartakladılar, keman-gitar-saz gibi enstrümanları tutukladılar.
Tutuklayamadıklarını parçaladılar.
Bir kaç bağırtı-çağırtı, bir kaç basın açıklaması, iki kitlesel yürüyüş daha yapıldı.
Sokak müzisyenlerine nasıl olduysa ‘izin’ çıktı ama masa-sandalye düşmanlığı sürdürüldü.
Bütün bu süreçte haftanın her günü İstiklal Caddesini dolduran kalabalıklar, sustular-pustular teslim oldular. Kentlerine, sokaklarına, caddelerine, ortak yaşam alanlarına sahip çıkmadılar.
Biat etmenin böylesi az görülür!
Asıl beni şaşırtan hak arama mücadelesinin de tamamıyla bitmiş olması.
Masa-sandalyeler toplatılınca işlerinden olan ve üç bin gibi bir sayıyla ifade edilen, garson-komi-bulaşıkçı gibi çalışanlardan hiç ses çıkmıyor.
Anladık büyükçe çoğunluğu ‘kaçak işçi’ durumundalar. Sigortaları yok, sendikaları yok, iş güvenceleri hiç yok ama şimdi onurlarından başka kaybedecek hiç bir şeyleri olmadığına göre, neden susuyorlar?
Dünyanın dört bir yanında emekçiler gelecekleri için sokaklara dökülürken, sistemlerin acımasız politikalarına karşı direnirken, benim ülkemin halkı neden teslim bayrağını çekiyor?
Korkuyorlar.
Kendi başlarına bela ettikleri bir kara akıldan korkuyorlar!
Birlikte ortaya çıkışın tüm korku duvarlarını parçalayıp-yıkacağını, haklarını da ancak böyle alabileceklerini bilmiyorlar mı?
Çalışanların içlerinde, üniversite öğrencileri ve göç ettirilmiş ailelerin çocukları çoğunluktaymış.
Kaderleri ortak!
Sormak gerekiyor bu genç insanlara; eğer şimdi birleşip ortaya çıkmayacaksanız, ilerdeki hayatınızın hangi diliminde başı dik ve erdemli olacaksınız?
Ne zaman kötü gidene ve kötülüğe karşı çıkacaksınız?
Beyoğlu Belediyesi’nin bu Osmanlı dayatmacılığına karşı ortak ses olamayan sivil toplum örgütlerine, bölgede merkezleri bulunan kültür-sanat-sanatçı örgütlerine ve hemen her eylemde Beyoğlu’nu merkez seçen siyasi yapılara da bir çift sözüm var.
TV kanallarında boy gösterip “ne yaptıysak Beyoğlu’nun iyiliği için yaptık” diyen A. Misbah Demircan sizce de ‘iyilik mi’ yaptı?
“Seçilmiştir, ne yapsa yeridir” diyerek, sizler de susmayı mı yeğliyorsunuz?
oaydinoaydin@gmail.com.

20 Eylül 2011 Salı

Bayramlık…


Basında en çok haber yapılanlar, Somali çıkartmasında kıvıran ‘sanatçılarmış’.

Şaşırmadım.

Ramazan ayı boyunca iftar çadırı kurmayan tek AKP li Belediye kalmamış.

Şaşırmadım.

Cumhuriyet Halk Partisi 45 bin adet ilahi CD’si dağıtmış.

Şaşırmadım.

Başbakan, Somali için cemaatlerden nakit para talep etmiş, onlar da ‘emriniz olur’ demişler.

Şaşırmadım.

Can Baba’nın saldırıya uğrayan mezarı için Kültür Bakanı, ‘olmamalı bu tür şeyler’ demiş.

Şaşırmadım.

Koruma Kurulları yasası çöpe atılmış.

Şaşırmadım.

Köprüler, oto yollar satılığa çıkarılıyormuş.

Şaşırmadım.

10 bin yeni HES için ihale hazırlıkları yapılıyormuş.

Şaşırmadım.

Akkuyu Nükleer santrali için ağaç katliamları başlamış.

Şaşırmadım.

Deniz Feneri davasının savcıları görevlerinden alınmışlar.

Şaşırmadım.

Doğalgaz, elektrik ve su için büyük zam hazırlığı varmış.

Şaşırmadım.

Ataması yapılmayan öğretmenlerin ataması yine yapılmayacakmış.

Şaşırmadım.

Ülkedeki kuran kursu sayısı 8 bin 696 buralara giden öğrenci sayısı ise 297 bin 247 imiş.

Şaşırmadım.

TMMOB bünyesindeki tüm meslek odaları, Çevre Bakanlığı’na bağlı birer müdürlük haline dönüştürülecekmiş.

Şaşırmadım.

İ. Melih, Atatürk Orman Çiftliği’nden sonra, ODTÜ ormanına gözünü dikmiş.

Şaşırmadım.

Belediyelerin topladığı temizlik ve çevre vergileri beş kat artacakmış.

Şaşırmadım.

Dünyanın en fazla borcu olan belediyeler sıralamasında, Ankara ve İstanbul ilk on içinde yer alıyormuş.

Şaşırmadım.

Davutoğlu, “Libya’nın yeni yönetimiyle iç içeyiz” demiş.

Şaşırmadım.

Abdullah Gül, “tek adamla yönetilen tüm Arap ülkeleri, sonlarının geldiklerini anlamalılar” demiş.

Şaşırmadım.

Başbakan, ‘ne krizi yok öyle bir şey’ demiş.

Şaşırmadım.

Ekonomiden sorumlu bakan, ‘altın, döviz ve piyasalardaki alt-üst oluş, ekonomisi sağlam olan ülkemiz için önemsiz’ demiş.

Şaşırmadım.

Maliye Bakanı’na göre, iç borç ve dış borç rakamları ekonomiyi denge de tutuyormuş.

Şaşırmadım.

DİSK raporuna göre, son bir yılda yoksulluk ve işsizlik rakamları iki katına çıkmış.

Şaşırmadım.

Tüketici Hakları Derneğine göre, ülke halkı yolsuzlukları sineye çekmiş.

Şaşırmadım.

Memleketin aklı evvel tüm yandaş medyasına göre; kentlerde, dağlarda insanlar öldükçe, kan oluk gibi aktıkça ‘ülke huzura’ eriyormuş.

Şaşırmadım.

Bugün günlerden bayrammış!

Hiç şaşırmadım.

oaydinoaydin@gmail.com
Cehalet…

Dünya Barış Günü’nde Kadıköy Meydanı’nda yapılmak istenen miting, provoke edilince ortalık karışıyor.

Taş-sopa-biber gazı-panzer, ortalık savaş alanına dönüyor.

Katılımcılar duraklara saldırıyor, bankalara saldırıyor ve tiyatro binasına taş yağdırıyorlar.

Kanım donuyor.

Dünya Barış Günü’nde tiyatro binası taşlanıyor!

Otobüs duraklarından koparılan parçalar, kaldırımlardan sökülen taşlar, pankart sopaları Haldun Taner Sahnesi’ne savruluyor.

Oyun afişleri parçalanıyor, giriş kapısının camları indiriliyor.

Bu insanların yaşları 15 bilemediniz 18.

Düşmana saldırır gibi saldırıyorlar.

Grubun içinden bu duruma karşı koyan, engelleyen birilerini arıyor gözler.

Yok.

Polis şeflerinin kıs kıs sırıttığını görüyorum!

“Bu ne acayip bilmece”

Bu insanlar, faşist bir komploya karşı savunmasız kaldıkları için mi yapıyorlar bunu, yoksa TC’ye ait her yer, her kurum, her yapı ‘düşman’ olduğu için mi?

Bu parti, bu çocuklara eğitim verme gereği duyuyor mu?

Yoksa sayıları binlerle ifade edilen bu insanlar, potansiyel bir güç olarak kendi bildiklerini yapmaları için ‘başıboş özgür mü’ bırakılıyorlar?

Bu sorular yanıt bekliyor.

Ülkenin demokratikleşmesi için mücadele ettiklerini söyleyenler ve getirip çıtayı çatının üstüne koymayı hedefleyenler bu soruları önce kendileri için yanıtlamak zorundalar.

Anlaşılıyor ki bu yapının içinde bir ‘eğitim çalışması’ yapılmıyor. Saflarına kim gelirse gelsin bağra basılıyor.

Sonuç ortada.

“Denetimsiz güç, güç değildir” sözü bir kez daha doğrulanıyor.

Saldırıya sanat alanlarından reaksiyon verilmemesi de ayrı bir sorun.

Mezar saldırısıyla, heykel saldırısıyla, tiyatro binası yıkmakla, tiyatro taşlamak aynı şeyler değil midir?

Neden susuluyor, kimden korkuluyor?

Adı ‘Barış İçin Sanat Girişimi’ olan ve kalabalıkça bir sanatçı toplamından oluşan grup, bu durum için ne düşünüyor?

‘Bu harala-gürele arasında bir sıkışma sonucu yaşanmış önemsiz bir durum’ diye olup biteni geçiştirmeye kalkmak, en yakın tarihte yapılacak olası bir miting sırasında, aynı saldırının daha da büyüğüne zemin hazırlamak değil midir?

Herkes aklını başına toplamalıdır.

Gericiliğin saldırdığı kültürel dokular, sanatsal yaratılar için sanat alanları bas bas bağırırken susanlar; sisteme eklenip pusanlar, perde gerisinde AKP ile pazarlık peşine düşenler, şimdi de susarak, yan bahçenin çocuklarıyla ‘iyi geçinmenin’ hesaplarını yapıyorlarsa, yanılırlar.

Tiyatrolar insanlığın ortak evleridir. Bu yapılara saldırmak; yıkıp, yakıp, taşlamak insanlık suçudur.

oaydinoaydin@gmail.com
Yalana esir düşmek ve sonrası…

Meslek alanımızda ‘Oyuncular Sendikası’ adıyla kurulan yapı, zar-zor da olsa istenilen toplantı sayısına erişerek, ilk genel kurulunu yapıp resmi kimliğini kazandı.

Ancak, “meslek haklarımızı alacağız, telif ücretlerimizi alacağız, sosyal güvencelerimizi alacağız, çalışma koşullarımızın düzeltilmesi için çalışacağız” diyerek seçilenler; hangi ülkede yaşadıklarının ve hangi siyasi aklın egemenliği altında olduklarının saptamasını bile yapmaya gerek duymadılar.

Bu yapı, ‘kuruluş çağrısı’ adıyla yaptığı ilk toplantıda da önermelere, eleştirilere kulaklarını tıkamış, tek merkezden yönetilen bir akıl ortaya koyarak bildiklerini okuyacaklarını dillendirmişti!

İlk kuruluş toplantısında tarafımdan yapılan konuşmada, “oyunculuk, bu ülkenin çalışma yasalarında meslek olarak tanımlanmıyor, bu tanımlama olmadan yani yasalarda bir düzenleme yapılmadan yeni bir sendika kurma girişiminde bulunmak, alanımızda var olan ve çoğumuzun üyesi olduğu Sinema Emekçileri Sendikası’na karşı bir yarılma oluşturmaktır. Ülkenin durumunu görmemek ve bu duruma göre mevzilenmemek şaşırtıcıdır. Tüm sistemin ele geçirildiği bir süreç yaşıyoruz. Çalışanların sendikal hakları tırpanlanıyor, örgütlenmelerin önüne setler çekiliyor. AKP, Uluslararası Çalışma Örgütü kararlarını tanımıyor. Taşeronlaşma iş yaşamının başındaki en büyük beladır. Tekel işçilerine uygulanan 4C şimdi opera-bale-senfoni ve tiyatro için yolda. Alanlarımızdaki tüm sorunlar ortaktır. Set çalışanlarıyla, kamera gruplarını, yazarlarımız ile ışıkçılarımızı, yönetmenler ile oyuncularımızı ayrı ayrı tartıya sokmak elimizi güçsüz kılar, bölünme ve yarılma yaratır. Bu kimin işine gelir? Buzdağını görmemek tuhafıma gidiyor. Aynı ülkede yaşıyor, aynı işleri yapıyoruz ama farklı pencerelerden bakıyoruz. Bu ülkenin savrulduğu uçurumu görmeden, tespitlerimizi buna göre yapmadan örgütlenme için alınacak her karar; hayal kırıklığı yaratacak, alandaki mücadele istemini törpüleyecek ve geriletecektir.”

Salondan destek sesleri yükselince, kürsüde mikrofonu elinde bulunduran arkadaşlar, her şeyi çözdüklerine inandıkları sihirli cümleyi ünlediler “yasa değişecek sözünü aldık”.

İşte o an, ortalığa saçılan pis kokuyu algılamamak için aptal olmak gerekir diye düşündüm.

Toplantı kayıtlarına göz atılınca görülecektir.

Avukat Burhan Gün, AKP ile yapılan görüşmeleri ‘detaylarına girmeye gerek duymadan’ aktarmaya çabaladı.

Anlaşıldı ki AKP, ‘kurun siz sendikayı biz yasayı düzeltiriz’ diye söz vermişti.

‘AKP’nin aklıyla yola çıkılamayacağını bunun bir aldatmaca olduğunu’ söyleyince, aklı evvel yandaş sesler ,‘bu bir fırsat kaçırmayalım’ diye seslerini yükselttiler.

Otel salonunu dolduran oyunculara, ‘liberalizm’ dersleri vermeye soyunan bildik isimler, “her şeye muhalif olmak iyi değildir” vecizesine sarılıp, nutuklar çektiler.

Cihat Tamer’in “Hak verilmez alınır. Bizi aptal yerine koymanız aptallıktır” diye düşüncelerini net biçimde tanımlaması, bardağı taşıran ama kürsüdekilerin ve salondakilerin dikkate almadığı bir gerçeklik olarak ortada çınlarken, sesler kalabalıklaştı.

Yanıt verme yarışına giren bazı kurucu üyeler, “ Ben AKP’li değilim” diye savunmaya geçtiler.

Tartışma büyümek üzereyken salonu terk ettim.

Aradan aylar geçti, işlemler tamamlandı, sendika kuruldu.

Peki, AKP’nin verdiği söz ne oldu?

Yanıtı açık, bir başka bahara kaldı, yani yalan oldu.

Ama yarılma gerçekleşti.

SİNE-SEN üyesi 15 kişi, kurulan sendikaya üye olmak için istifa etti. Arkası da gelecektir.

Genel kurulda söz hakkımız olur muydu bilemiyorum ama TKP’nin 91. yaşını selamlamak için Kartal yollarına düşmemiş olsam, söyleyeceklerim vardı.

Süslü-püslü sözlerle sisteme karşı mücadele edilmez.

Tüm sanat alanlarının sorunları ortaktır.

Çözümü de ortak bir devrimci mücadeleden geçer.

Sisteme eklenmeyi aklına koyanlar kaybedeceklerdir.

Meydanlarda arsızca, “yetmez ama evet” diye AKP politikalarına alkış tutup destek olanları, kürsülerine çıkıp halkı, ‘AKP’ye oy vermeye çağıranları’ baş tacı ederseniz, buradan mücadele edecek bir çoğul çıkaramazsınız.

Ülke işçi sınıfının, emekçilerinin verdikleri hak-eşitlik-örgütlenme ve özgürlük mücadelesine sırt dönülerek sanatçı olunmaz.

Ve evet, Cihat Tamer ağabeyim sonuna kadar haklıdır. Hak verilmez alınır.

oaydinoaydin@gmail.com