27 Aralık 2010 Pazartesi

Sittin sene…

“Bu iş çok uzadı yeter artık, canımız çıkıyor, köleler gibi çalışıyoruz.”

24 Aralık’ta SENDER ve SİNE-SEN çağrısıyla bir araya gelip, AKM önünden yükseltilen bu şenlikli ortak sese, kulak veren kimse yok.

“Yerli dizi yersiz uzun” diye diye bir araya gelip, birbirimizle selamlaşıp-dertleşip ayrıldık.

Sonuç yok.

Buradan bir sonuç çıkmasının hiçbir olanağı da yok.

Alanda bir yasal düzenleme olmadığı gibi insafa gelmesini umduğumuz reklam verenlerin de, reklam alıp yayımlayanların da umurunda değiliz.

Peki, kim bu durumun muhatapları?

Hepsi aynı kişiler, aynı şirketler, aynı siyasal merkezler.

Bugün TV yayıncılığını elinde bulunduran üç medya kuruluşunun, bizler için çoktan ‘erişilmez’ olan pastayı, afiyetle paylaştıklarını hepimiz biliyoruz.

Bu yüzden, Doğan, Ciner ve Çalık gruplarının bizlerden yükselen sese kulak vereceklerini, taleplerimizi dinleyip bir çözüm üreteceklerini düşünmek saf dillik olur!

Olsa olsa emeklerimiz üstünde yeni dayatmadalar da bulunacaklardır.

İlk açıklamaları hayretle izler olduk.

“Kısaltalım ama oyuncu ve çalışan paralarını da yarıya indirelim. Zaten maliyetler çok yüksek”

Bizler de çok kolaycıyız hani!

Meselenin çözümünü, dizi sürelerinin kısaltılmasında buluyoruz.

Süreler 45 dakikalara filan inerse, kölelikten kurtulacağımızı umuyoruz.

Oysa bu da yanıltıcı bir düşüncedir. Yalnız başına sürelerin kısaltılması hiçbir sorunumuzu çözmez!

Hiçbirimiz tüm sanat alanlarında çalışan kaç arkadaşımızın sigortalı olduğunu bilmiyoruz, kaç arkadaşımızın sözleşmelerinin olduğunu, iş ve çalışma güvencesine sahip olup olmadığını bilmiyoruz.

Çalışan arkadaşlarımızın haklarını alıp-almadıkları sorusu ise, tam bir muamma!

Bildiğimiz şey, alanda dönen ve her gün birilerinin ceplerini kabartan ve de çok büyük rakamlarla ifade edilen büyük bir kayıt dışılık olduğudur.

Maliye Bakanlığı ve ekonomiden sorumlu beylerden ‘TV yayıncılığı-sinema ve tiyatro alanında kayıt dışılık var’ diye tek cümle duyanınız oldu mu?

Hayır.

AKP bütçe açıklarını kapatmak için yine çalışanlara, yoksullara, işsizlere, emeklilere faturalar keserek 332 oy ile 2011 bütçesini onayladı.

Öte yandan, sermaye gruplarına ve yandaş şirketlere ‘vergi affı’ diye anılan yasa tasarısının içinde, çalışanların ağzına çalınacak bir parmak acı bal var.

Bu acı balı, hepimizin yalamaya hazır olduğu da, ironik bir gerçeklik olsa gerek!

Peki, ülkenin sanat alanları olarak bu tartışmaların neresindeyiz?

Söyleyelim, hiç bir yerinde.

Her şeyi umuyoruz, sendikal haklarımızın verilmesini, alandaki haksızlıkların bir sihirli değnek aracılığıyla düzeltilmesini, yeni bir emeklilik düzenlemesinin yapılmasını, vergi ve sigorta borçlarının öteletilmesini, setlere ‘takım sözleşmesi’ uygulamasının getirilmesini, böylelikle kölelik sisteminin birilerince bitirilmesini umuyoruz.

Yani, hep beraber Godot’u bekliyoruz!

Oysa hepimizin ortaklaşıp çözmesi gereken asıl durum, bu kara kaos değil midir?

Bizim sorunlarımızı bizden başka kimler bilebilir?

Birilerinden ‘inayetler’ umdukça, hangi durumlara kadar itelendiğimiz görülemiyor mu?

Neden bu güne kadar TV, sinema ve tiyatro alanında bir meslek tanımlaması yoktur ve Sinema Emekçileri Sendikası (SİNE-SEN) örgütlenmesinde örnekleneceği gibi, alanda yasal yaptırımları olan bir sendikal örgütlenmenin önü, hangi gerekçelerle açılmamıştır?

Neden bu ülkenin bir sinema yasası yoktur?

Neden telif haklarında, “sanatçı ve benzeri yaratıcı haklar, komşu haklardır” diye tanımlanır?

Neden alanda ‘sigortasız, kaçak çalıştırılan’ binlerce emekçi yığılıp kalmıştır?

Bu kirlenmeden arınmak kimin, kimlerin işine gelmez?

Yanıtları açık. Kayıt dışılıktan beslenen sermaye gruplarının, bunlara göz yuman düzen siyasetçilerinin ve bu oluktan beslenen bildik asalakların!

Bir grup arkadaşımın iyi niyetle yola çıkıp kurmaya çabaladıkları OYUNCU-SEN içindeki ‘umma ve umutlanma’ duygusunun da tehlikeli bir yöneliş olduğunu, ilk toplantısına katılıp dile getirmeye çalışmıştım.

“Alanlara çıkıp haklarını talep etmeyenlere, gökten zembille haklar indirilmiyor, mücadele veren işçi örgütleri ile sanat alanları yan yana gelerek haklarımızı talep etmenin önünü açmalıyız, ne istediğimizi uluslararası örneklemelerini de sunarak anlatmalı-tanımlamalı ve öyle yola çıkmalıyız. Yoksa bu iyi niyet bizim belimizi büker”

Girişimci kardeşlerimden gelen yanıt, benim gibi birçok arkadaşımın da gülümsememizi sağlamıştı!

“17 Ocak’ta bu mesele çözülecek. Hükümet alanda meslek sendikası kurulabilecek düzenlemeler üstünde çalışıyor”

Bu umu bir ‘iyi niyet’ beklentisinin sonucu oluşmuş olsa gerek ya da şimdi adını koymakta erken olduğuna inandığımın tuhaf bir çapraz ateşin!

Oysa üstünde çalışılan yasa tasarısının bin bir kara deliği olduğunu işçi sendikaları-örgütler, bağıra-çağıra dillendiriyorlar.

Dilerim ben yanılırım, dilerim işçi sendikaları yanılır, dilerim çalışanların hakları için ortaya çıkıp taleplerini haykıranlar yanılır da bu düzenlemeler istendiği gibi yapılır!

Yoksa hep beraber yeni bir Godot beklemeye başlayacağız!

O da sittin sene gelmek bilmeyecektir.



oaydinoaydin@gmail.com

20 Aralık 2010 Pazartesi

Şaklaban…



“Bitti bu iş, buraya kadarmış, ülkenin neresine gidersen git seyirci yok.”

Son günlerde, turneye çıkan gruplardaki oyuncu arkadaşlardan ve tiyatro organizatörlerinden duyduğum bu yakınma, meslek alanımızın ne denli daraltıldığının net ifadesi olsa gerek.

İstanbul’da kapalı gişe oynayan oyunlar bile, Anadolu’da seyirci bulmakta zorlanıyor!

Bunun elbette birçok nedeni var.

AKP dönemi ile başlayan süreç, halkın tiyatroya olan ilgisini öteletti. Kent kültürleri yok edilerek, çalışan yığınlar yoksullaştırılarak ve örgütlü davranış gösteren yapıların üzerlerinde baskılar kurularak oluşturulan bu durum, sanatın düşman ilan edilmesiyle doruğa ulaştırıldı.

Ancak, Anadolu’da sanatsal duyarlılığın yitip-gitmesinin, yerinin gericiliğin ve ırkçılığın hamasi söylemleri-uygulamalarıyla dolduruluyor olmasının sorumluluğunu, yalnız başına sistemi eline geçiren kara akla bağlamak, sağlıklı bir saptama olmasa gerek.

Tiyatroyu eğer sıradan bir ‘güldürme-eğlendirme-hoş vakit geçirtme’ olarak ele alır ve de bu anlamsızlıkları güçlendirecek ‘sulu-zırtlak’ oyunlarla seyircinin karşısına çıkarsanız, tiyatro seyircisini salonlardan kendiliğinden ötelemiş olmaz mısınız?

Ülke yoksullukla kıvranırken, hukuksuzlukla didişirken, açlık sınırında onurunu korumaya çabalarken; ‘vur-patlasın-çal oynasın’ işlerle akıl zenginleştirici bir etki yaratmak mümkün müdür?

Anlayacağınız alanın kendini sorgulaması gereken ‘vahim bir durum’ oluşmuş durumdadır.

Bugün tiyatromuz, kendi gerçekliği ile halkının gerçekliği örtüşmeyen ‘işler’ üretmekte ve gerçek anlamıyla hiç bir ‘görevi’ olmayan oyunlarla insanları buluşturmaya çalışmaktadır.

Baskı dönemlerinde ortaya çıkan korkunun, ecele hiç bir faydası olmadığını birlikte gördük oysa.

Hem 12 Mart, hem 12 Eylül darbelerinde hepimiz inim inim inletilirken, sisteme eklenmeyi düşünmeden, tiyatronun değiştirici-yenileştirici-devrimci gücüne sarıldık ve birlikte başımızı kaldırdık.

Elbette o dönemlerde de ‘çürük yumurtalar’ vardı.

Ama sistemin kucağında, doğruya-gerçeğe yüz çevirip gününü gün edenlerden, bugüne kalmış tek bir sözcük yoktur!

Ne gece yarısı baskınları-yasaklamalar-tutuklamalar-sansürler, ne açıktan yapılan provokasyonlar ne de yardakçılık, gerçekçiliğin üstünü örtmeyi başaramadı.

İnsanlığın yaşadığı sorunları sahnelerine taşıyıp, tartıştıran-akıl açan-bu arada da güldürüp eğlendiren ama doğruyu anlatmaktan hiç bir zaman uzak durmayan tiyatrolara bu halk hep sahip çıktı.

Böylelikle gericilik ve ırkçılık dalgasının püskürtülmesine katkı sunuldu. Baskı, birlikte yenildi. Korku duvarları birlikte parçalandı. Demokratik talepler birlikte dillendirildi.

Sanatçılar, hak ihlallerinin olduğu her yerde halkıyla yan yana gelmeyi başarabildi. Adlarının önüne ‘sanatçı’ unvanı da bunun için konuldu.

Bu gün yaşadıklarımızdan kurtuluşun reçetelerini yazacak değiliz elbette ama akıl, eğer insan aklıysa, buradan çıkışın yine birlikte bir davranış göstermekten geçtiğini saptamak gerekir.

Doğrudur. İşimiz daha da zordur.

Tüm yaşam alanlarımız kuşatılmış, halk örgütsüzleştirilmiş, toplumsal duyarlılıklar tırpanlanmış, birlikte yaşama ve üretme kültürlerinin üstünden geçilmiş ve tiyatromuz yalnızlaştırılmıştır.

Ama buradan çıkışın da yolu vardır.

Tiyatromuz, önce kendi yüreğinin sesine kulak vererek, bu kara örtüyü üstünden atabilir.

Bunun tek yolu vardır o da, ülkeye sahip çıkmak duyarlığını bir ‘silah’ gibi kuşanmaktan geçmektedir.

Bu ülkenin biriktirdiği kültürel ve sanatsal zenginlik hiç küçümsenmemeli ve iyiye-güzele-doğruya yürüyüş sahnelerimizi tekrar kuşatmalıdır.

Tersi davranışın bizleri getirdiği durum ortadadır.

Eğer gün 24 saat canı yakılan bir halkın yanında değilsen, ürettiklerin onun daha da yalnızlaşmasına neden olacak ‘eften-püften’ içerikler taşıyorsa; sen de sıradanlaşıp, gününü gün eden bir duruma iteleniyorsan, oradan sanat-sanatçı çıkmaz.

Oradan çıksa çıksa şaklabanlar çıkar.

Bir ülkenin bunca şaklabana ise, hiç ama hiç gereksinmesi yoktur.

oaydinoaydin@gmail.com

13 Aralık 2010 Pazartesi

Çürükçü…

İnanmayacaksınız ama araştırdım.

Mahalle bakkalı Kenan’dan başladım.

“Çift sarılı” olanları ile “köy” olanlarını övmekle bitiremedi.

-Toptan kaça alıyorsun bunları?

Bizim Kenan kurnazdır, lafı eveledi geveledi, sonunda;

-Belli olmuyor abi piyasa bu, hemen her hafta zam geliyor, ne kadar lazım?

Anladım ki sağlıklı bilgiye ulaşmak zor, Kenan sır vermiyor o zaman bir toptancısını filan bulmalı diye düşündüm. İnternete baktım, ülke bu anlamda cennet, her fiyata var.

‘Size kaç ton lazım’ diyenler, ‘kaç koli’ diyenler, ‘sürekli mi alacaksınız yoksa tek parti mi’ diyenler, ‘günlük olarak adrese teslim’ diyenler.

Anladım ki memleket yumurta kaynıyor.

Toptan ve biraz fazla alınca, inanın sudan ucuz.

Oh rahatladım.

Yalnız son konuştuğum Yalovalı üretici Ali Beyi biraz zorladım galiba ki, adam bana sinirlenmeye başladı.

-Yahu kardeşim çürük malı niye tutalım burada, depolarımız var, o depolarda malın bekleme süresi var satıldı satıldı, satılmadı yallah çöpe.

-Yazık değil mi Ali Bey?

-Niye yazık olsun çürüyor mal.

-Çürük yumurta işe yaramıyor demek ki.

-Yaramaz tabi çürük yumurta’nın kokusu iğrençtir.

-Nasıl anlıyorsunuz?

-Neyi?

-Çürüdüğünü?

-Bekletme süresi dolunca kontrol ediyoruz, olmadı kırıp bakıyoruz ne durumda diye.

-Peki, elinizde bekletme süresi dolmuş yani çürümeye yüz tutmuş kaç ton-koli malınız var?

-Ne yapacaksınız çürük yumurtayı beyefendi, yenilmez-kullanılmaz, zehirler adamı. Pastacı filan mısınız?

-Yok değilim, benimki merak.

-Araştırma yapıyorsanız söyleyeyim pasta fabrikalarına, bisküvi fabrikalarına yetiştiremiyoruz bazen. Onlar günü geçmiş-gelecek dinlemezler, yeter ki ucuz olsun alırlar. Ama sizin gibi böyle, peşinen çürük isteyenini hiç görmedim-duymadım desem yalan olmaz.

-Ben hayırlı bir iş için kullanmak istiyorum.

-O zaman bir iki kuruş daha indiririz, yani yaparız bir şeyler.

-Ama böyle kırılınca, o iğrenç dediğiniz koku bulaşsın ortalığa istiyorum, hani yapışınca çıkmasın, lekesi kalsın atılan yerde.

-Tamam buluruz. Olmadı sizin için bekletiriz fazladan, tam istediğiniz kıvama gelir, ne kadar lazım?

-Bir kamyon.

-Ellilik koliler var, yüzlük koliler var, siz koli sayısı bildirin.

-Şöyle diyelim Ali Bey, memlekette pisliğe bulaşmış ne kadar yiyici-hırsız-dolandırıcı, hak gasp eden, ihlalci, yolsuzlukçu, istismarcı, halkı kandırıp günde beş vakit yalan söyleyen, yardakçı, liboş-dönek, işbirlikçi, köşe dönücü, katil varsa işte onlara yetecek kadar istiyorum.

-Ha anladım. Ama işin zor be kardeşim. Ülkenin tüm yumurtalarını toplasan yine baş edemezsin!

-Olsun siz yine de elliliklerden üç bin koli gönderin, parası da peşin. Benim gücüm şimdilik bu kadarına yetiyor.

Sonunda anlaştık, Yalova yakın, taşıma ücreti de fazla tutmuyor.

Anlayacağınız, baktım ki meslek karın doyurmuyor, tiyatro her geçen gün daha kan kaybediyor; elinde oyunun olsa oynayacak sahne yok, sahne buldun seyirci dipsiz kuyuda, uğraş dur. Bıktım, ben de yumurtacılığı akıl ettim. Bari memlekete bir hayrımız dokunsun dedim!

Dilerim yanılmam, görüldüğü kadarıyla şimdilik işe yarıyor.

Önümüzdeki dönem, bu üç bin koli çürük yumurtayı elimden çıkardım çıkardım, çıkaramadım vay benim halime, vay memleketin haline.

oaydinoaydin@gmail.com

5 Aralık 2010 Pazar

Ateş ve duman…
Haydarpaşa ateşe verildi.
Evet, tam da böyle oldu. Koruma Kurulu kararlarıyla koruma altında olan bir kültürel dokunun-kalıtın içinde, Koruma Kurulu’ndan habersiz tadilat-onarım-tamir gibi işler bile bile ve en özensiz biçimiyle yapılıyorsa, akla başkaca hiç bir şeyin gelmesi olası değildir.
Yangın tüm vatandaşlar gibi devlet tarafından da seyredilmiştir.
Canlı yayınlarda birlikte izledik. İtfaiye yangın yerine geç ulaşmıştır.
İstanbul gibi 15 milyon insanın yaşadığı ve kültürel dokusuyla zengin bir kentte böylesi bir yangına havadan müdahale edilmemesi ya bir akıl tutulmasıdır ya da açıktan kasıt içerir.
Haydarpaşa hiç kimsenin babasının çiftliği değildir. O bina tüm dünya insanlığının ortak mirasıdır ve öyle kalmalıdır.
Niyet okuyucu değiliz elbet ancak, daha önce o alan için düşünülen tasarruflar, yangında kastı güçlendirmektedir!
Bu anlamda, İMO (İnşaat Mühendisleri Odası) bildirisini sizlerle paylaşarak, yaşanılan tüm sürecin tarafınızdan da bilinmesine katkı sunmak isterim.
“Tarihi Haydarpaşa Garı‘nda çıkan yangın, birilerinin "otel mi olacak, yerine gökdelen mi dikilecek" tartışmasını bitirdiği izlenimini veriyor.
Haydarpaşa Garı, yüz yıllık tarihinde birkaç kez tehlike atlattı fakat bugün kendisine yönelen tehditler, bugüne kadar olanların toplamından daha fazla. Çünkü Haydarpaşa bugün tarihe saygısı, estetik anlayışı, vicdanı ve kamuoyu duyarlılığı olmayanlar tarafından yok edilmek isteniyor. Çünkü Haydarpaşa Garı‘nı yok etmek isteyenler bugün Türkiye‘yi ve İstanbul‘u yönetiyor.
Kentsel rant oranının çok yüksek olduğu bölgenin turizm ve ticarete açılmak istenmesinin önündeki en büyük engel olan Haydarpaşa Garı ilk önce yıkılmak istenmiş, kamuoyu büyük tepki gösterince bu sefer yıkmadan yağmalanması düşünülmüştür.
Yaklaşık 5 sene önce yerine gökdelen yapılması gündeme gelen tarihi gar, geçen yıl da İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylanarak koruma kuruluna gönderilen imar planıyla "kültürel tesis, turizm ve konaklama" alanı olarak belirlenmiş, Haydarpaşa Limanı‘nın gerisindeki bölgeye de yüzde 60 oranında yapılaşma getirilmişti. Bunun anlamı garın ve gar bölgesinin otel olarak kullanılacak olmasıdır. Ayrıca ülkemizdeki demiryolu ulaşımına dönük tehditlerin de bir parçası olan bu durum bize göstermektedir ki siyasi iktidar "demiryolu nostaljisi" yaşatılacak turizm işletmeleri yaratmak istemektedir.
Haydarpaşa‘da "çıkan" yangın, tarihi binanın bir süre sonra can güvenliği nedeniyle gar olarak kullanılamayacağına ilişkin bir kararın ve ardından rant alanı haline getirilmesine dönük çalışmaların habercisi gibidir.
Yangın söndürme çalışmaları dahi bu niyetin göstergesi gibidir.
Üstelik çatı katında olmasına rağmen yangına havadan müdahale edilmemesine ilişkin yetkililerin açıklaması doyurucu değildir. Yangın sonucu 4. katı da saran alevlerin daha da yayılması sonucu binanın çökme tehlikesiyle karşılaşacağı çok açıkken ahşap direkler üzerine oturtulmuş binada yeterince yangın önlemi alınmamasının sorumluları belirlenmelidir.
Gar içinde yapılan tadilat çalışmalarına ilişkin şüpheler de dile getirilmektedir. Tadilatın belediye denetiminde ve ruhsatlı olmadığı; tarihi binanın yapısına uygun yapılıp yapılmadığı; doğru malzemelerin kullanılmadığı gibi iddialar yangın sebebine ilişkin ciddi şüpheleri de beraberinde getirmektedir.
Her ne sebepten olursa olsun bir yangının çıkmış olması dahi en basit ifadeyle tarihi Haydarpaşa Garı‘ndaki özensizliği göstermektedir.
Haydarpaşa Garı tarihi ve kültürel özellikleriyle ülkemizin en önemli simgelerindendir. Gar estetik değeri ve mimari nitelikleriyle de yapım amacına uygun olarak korunması ve yaşatılması gereken bir yapıdır. Haydarpaşa ayrıca Türkiye‘deki en önemli kamusal alanlarından biri olduğu gibi ve toplumsal belleğimizin de en değerli mekânlarındandır.
Haydarpaşa Garı ne yanabilir ne yıkılabilir ne de kendinden başka bir şeye dönüştürülebilir. Çünkü Haydarpaşa, İstanbul‘un; İstanbullunundur. Haydarpaşa İstanbul‘a bir kez bile gelmese de onu bir kez anmış olan herkesindir.”
Gözlerimizin önünde yakılan ve şimdi viran edilmiş gibi yalnızlaşmaya terk edildiği gözlenen Haydarpaşa, tarihsel zenginliğimizin en önemli varlığı olmaya devam edecektir.
Ne Haydarpaşa’da çekilen film karelerini, ne orada başlayıp Anadolu’ya yol alan destanları-şiirleri, ne de orada yaşanan aşkları-acıları-elemleri-kederleri-hasretleri-yalnızlıkları; söylenen şarkıları-türküleri hayatlarımızdan söküp almaya hiçbir hain ateşin gücü yetmeyecektir.
Bir an için tüm bu gerçeklikleri yaşanmışlıklar olarak varsaysak bile; Nâzım Hikmet’in Haydarpaşa’nın merdivenlerinde başlayan ve bir Anadolu Katarı’nda çoğalarak devam eden ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ destanı, her sözcüğü ile aklımızı zenginleştirecek güçtedir.

“Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telâş
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-Galip Usta-
tuhaf şeyler düşünmekle
meşhurdur:
"Kâat helvası yesem her gün" diye düşündü
5 yaşında.
"Mektebe gitsem" diye düşündü
10 yaşında.
"Babamın bıçakçı dükkânından
Akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü
11 yaşında.
"Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar" diye düşündü
15 yaşında.
"Babam neden kapattı dükkânını?"
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına"
diye düşündü
16 yaşında.
"Gündeliğim artar mı?" diye düşündü
20 yaşında.
"Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?"
diye düşündü
21 yaşındayken.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
22 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
23 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında "İhtiyarladım" dedi,
"babamdan bir yıl fazla yaşadım."
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına:
"Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
diye düşünüyor.
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.

Denizde balık kokusuyla
Döşemelerde tahtakurularıyla gelir
Haydarpaşa garında bahar
Sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenlerden çıkıp
merdivenlerde duruyorlar.”
oaydinoaydin@gmail.com.