25 Ekim 2010 Pazartesi

2010-2011…


Tiyatrolar perdelerini açtılar.

Sorunlar artık erişilmez dağ gibi, aş aşabilirsen!

Siz hiç, ‘yeni bir tiyatro salonu daha yapıldı’ başlığıyla bir haber duydunuz mu?

Devlet tiyatroları için yapılan birkaç devşirme mekân ile İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları için yapılan bir iki ‘düzenlenmiş salon’ ve de Eskişehir, İzmir’den başka tiyatro salonu inşa eden yerel yönetim yok.

İstanbul gibi her mahallesi bir küçük Anadolu kenti büyüklüğünde olan koca şehirde bile, salonlar yetersiz.

Ankara’da Yenimahalle ve Çankaya Belediyeleri dışında hiçbir yerel yönetimin böyle bir meselesi yok.

Melih Gökçek, var olanları da yok etti.

Gençlik Parkı Muhsin Ertuğrul Açık Hava Tiyatrosu, kentin en merkezi yerinde yaz ayları boyunca tiyatrolara ev sahipliği yapan büyülü bir mekândı; şimdi yerinde Kültür Müdürlüğünün sanat üretmeye elverişsiz beton binası yükseliyor. Ulus’un orta yerindeki 100.yıl Sahnesi de yok.

Yerel yönetimlerin “konferans-toplantı-düğün salonu” adlarıyla inşa ettikleri yapılarda tiyatro yapma olanağı ise çok zor.

Teknik donanımları olmayan bu mekânları kiralama şansınız, torpillere bağlı!

Herhangi bir belediyeye ait salonda oyun oynamak için kırk takla atmak zorundasınız.

Her yerel yönetimin kendi önceliği var.

Bağlı bulundukları siyasi partinin toplantıları, eş-dost etkinlikleri, yandaş derneklerin-vakıfların çalışmaları, çevre okulların etkinlikleri ve kültür müdürlüklerinin iki dudakları arasına sıkışan bin türlü keyfilikler.

Yer buldunuz diyelim, bu kez hangi oyunu oynayacağınız sorgulanmaya başlıyor!

Anlaşılacağı üzere, yaratma özgürlükleriniz budanıyor ve ürettiklerinizi seyircilerinizle paylaşma şansınız her anlamıyla elinizden alınıyor.

Yalnız İstanbul’da kırka yakın tiyatronun salonsuz olduğunu düşünürseniz, yaşanan sorunları daha iyi algılarsınız.

Büyük kentlerde salon olanakları bulamayan ve biraz da bu yüzden Anadolu yollarına düşen topluluklar, teknik olanakları ‘sıfır’ olan salonlarda perde açmak durumundalar. Eğer bir tiyatro turneye çıkıyorsa, ışık-ses-görüntü gibi kendi teknik gereçlerini mutlak beraberinde taşımak zorunda.

Bu gerçeklik, 40 yıl önce de böyleydi. Beraberinizde teknik gereçleriniz yoksa girilen salonlarda oyun oynama şansınız sıfırdı.

Bugün Anadolu kentlerini kuşatan alış-veriş merkezlerinin içlerine ‘göstermelik’ biçimde yapılan salonlar da her anlamıyla estetik ve tiyatral mimariden uzak anlayışların ürünleri. Zaten öncelik sinema salonu yapmaya verilmiş. Onlar da, 50-100-150 kişilik bisküvi kutuları!

Kültür Bakanı’nın “Anadolu’da ve büyük kentlerde onlarca salon yaptık” açıklamasının ne kadar gerçekçi olduğu ortada!

İnanmayın.

Bakan Bey, üniversitelerin içlerine yapılan salonlardan söz ediyor olabilir. Ancak oralarda hangi topluluklar oyun oynayabiliyor, o salonlar kimlere, kaç paraya kiralanıyor? Bilmiyor olsa gerek!

Görülen odur ki, bu ülke yöneticileri sanata ve sanatçıya kapılarını sonuna kadar kapatmış durumda.

Sözü daha fazla eğip bükmeden, ülkenin genelinde tiyatro salonlarının inşa edilmediğini, salon adıyla var olanların da olanaksız mekânlar olduğu gerçeğini saptamak, önümüzü görmeye yarayacaktır

Böylelikle, yükselen gericiliğin beslendiği asıl kaynaklardan birinin de bu geçeklik olduğu, kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Sanatsal yaratılardan uzaklaştırılmış, yaşamlarını zenginleştirecek kültürel etkinliklerin önü tıkanmış bir halk ne yapar?

Ya cemaatlerin kucağına itilir, ya cami avlusuna, ya da ırkçılığın kindar saldırganlığının bağrına.

Buradan aydınlanmacı-çağdaş, yurt sorunlarını sorun eden, değiştirici, aklı açık, sorgulayıcı insan toplulukları çıkması olası mı?

Elbette hayır.

Buradan çıksa çıksa sisteme eklenmiş, gününü gün edip siyasi erke biat eden, kendine verilenle yetinen, hatta bunun için günde beş kez secdeye varıp şükreden toplamlar çıkar.

İstenilen de bundan başkaca hiç bir şey değildir.

Verilenle yetin ve sus.

Ülke de tiyatro, sistem tarafından paçasından aşağılara çekilen bir sanat alanı olunca, büyük özveriler ile yapılan birkaç “tiyatro festivalinin” önemi daha iyi anlaşılıyor olsa gerek.

Bunlardan biri olan Ankara Tiyatro Festivali’nin hem uluslararası olması, hem de 15. yılını adımlaması sevindirici.

Birçok kez benim de oynadığım oyunlarla katıldığım bu etkinlik, Ankara’ya ve Ankaralıya ‘tiyatro bayramı’ yaşatıyor.
Yurdun dört bir yanından gelen amatör-profesyonel-üniversite toplulukları, yurtdışı konukları, yapılan atölyeler, sunumlar, ‘sosyal sorumluluk projeleri’ adıyla bir kısmı ücretsiz oynanan oyunlar, Ankara’yı bir şenlik kentine dönüştürüyor.
Bu yıl Ankara’da “1 devlet tiyatroları, 9 yurtdışı tiyatro grubu, 5 belediye şehir tiyatrosu, 4 üniversite tiyatro topluluğu, 35 özel ve amatör tiyatro grubu, 4 çocuk tiyatrosu, 5 atölye-panel-seminer olmak üzere 63 tiyatro grubu, toplam 74 etkinlikle tiyatro severlerle buluşacak.
Salon oyunlarının yanı sıra, sokak tiyatrolarının gösterileri, çağdaş dans performansları ve tiyatro konusunda yapılacak panel-söyleşi ve atölye çalışmaları yer alacak.”
26 Kasım-6 Aralık tarihleri arasında yapılacak bu Festivale ilginin yoğun olması, sistemin oluşturmaya çalıştığı duvarların yıkılmaya yüz tuttuğunun bir göstergesi olsa gerek.

Yaşanan tüm çirkinliğe inat; perdelerini hayat ve yaşanılır bir dünya için aralayan tüm meslektaşlarıma, 2010 -2011 Tiyatro Sezonu mut, umut, ülkeye barış ve eşitlik getirsin.

oaydinoaydin@gmail.com

18 Ekim 2010 Pazartesi

Toprağın teri…

Uzunca zamandır Doğu Karadeniz Bölgesindeki hidroelektrik santrallerine (HES) karşı verilen mücadeleyi anlatan belgesel filmler izliyor, haberler, yazılar okuyor, dostlarımla, hemşerilerimle ortaklaşıyorum.

Şavşat deresi, önüne kurulan bentleri parçalayıp, yurttaşlarımı sel sularında yitirince canım yanmıştı.

O günden sonra iki kez gittim Şavşat’a.

İnsansızlaşmış-kimsesizleşmiş ve doğa baş kaldırarak o rengârenk güzelliğiyle sarıp-sarmalamış hayatı.

Çocukluğumun yeşiller kuşanmış toprakları yeni bir hayata evirmiş kendini.

İnsanı içine çağıran sesler uğulduyor kulaklarınızda. Sular çağıldıyor gözelerden oluk oluk;

Alabildiğine sarı, mor, alı al, alabildiğine mavilik.

Ve ansızın önünüzü kesen sis doluyor gözlerinize, sarı güneş yanığı bir sıcaklık yüzünüze el sürüyor.

Gökkuşağının yedi renginin altından geçerken, yağmur dokunuyor alnınıza.

Tüm meyveler dallarında kalakalmış, yabana zengin bir sofra kurmuş ağaçlar.

Doğa direnmiş zamana ve isyanı kazanmış.

Her adımında, size uzanan dost ellerle sıcak, sımsıcak gülüşler ve hasretlik dolu kucaklaşmalar karışıyor birbirine.

Gözlerinden direniş türküsü okunuyor.

Hayatlarını savunmak için, haksızlıklara bayrak açarak direnmiş bir halkın evlatları, sıra neferleri gibi yan yanalar.

Sahip çıkıyorlar kendi geleceklerine, çocuklarının geleceklerine, ülkenin geleceğine.

“HES için AKP’nin gözünü diktiği derelerimizin beslediği bu topraklar, bin yıldır böyle yaşadılar, böyle yaşayacaklar. Bu bizi isyana davetse, kabulümüzdür. Bu sular, bizlerin can suyu olarak aktılar, yine öyle akacaklar.”

Yaşamlarının en güzel yıllarını, onurlarını korumak için cezaevlerinde geçiren bu mavi gülüşlü, çiçek kokulu insanların yeniden saf olmaları içimi yeşertiyor.

AKP Artvin’e özel olarak, Şavşat bölgesine gözünü dikmiş. Uluslararası bağlantıları olan HES şirketleriyle gizlice yaptığı anlaşmalarla bölgeyi betona boğup, barajlar, bentler mezarlığı yapmak istiyor.

Tıpkı tüm Doğu Karadeniz’de ve Dersim’de olduğu gibi…

AKP için, doğanın, insan yaşamının, hayatın karartılmasının, dünyanın çok az bölgesinde bulunan bitki zenginliğinin yok ediliyor olmasının hiçbir önemi yok.

Eğer Rize’de Fırtına deresi özgür akamayacaksa, bunun tek sorumlusu AKP olacaktır.

Dersimde sokağa çıkan halkın inadına, baraj inşaatı yapılacak ve tüm doğal denge alt-üst edilecek olursa, bunun da tek sorumlusu AKP olacaktır

Eğer Şavşat’ta, Ardanuç’ta derelerin önüne beton setler çekilip insanlığın geleceği karartılacak olursa, bunun sorumlusu da AKP olacaktır.

Ancak tıpkı Dersim’de olduğu gibi, Hemşin’in gürül gürül sular çağlayan vadilerinden, dünyanın çok az bölgesinde bulunan bindallı dağ yamaçlarından, bin bir çiçekli yaylalarından oluşturulan direnç; derelerin kardeşçe akması için büyüyüp ırmak olup çoğalıyor.

‘Su Platformu’ çatısı altında toplanan ve Derelerin Kardeşliği’ni ülke kardeşliği ile eş tutan dostların verdikleri mücadele ise, var olma kavgasının önünü açacaktır.

Bu kardeşlik, HES’lere karşı direnen her yerde olduğu gibi Şavşat’ta isyan ateşini yeniden yakmışsa, birilerinin işi epey zor demektir.

Şavşat’ta yapılan ve yediden yetmişe tüm köylerin, yurttaşların katılımıyla bir ses olup da oradan buralara taşan miting, ‘Şavşat Barı’ oynayan yetmiş yaşındaki dedelerin, ninelerin ayak sesi olarak yankılanıyorsa, AKP’nin işi zor.

Şavşat halkı topraklarına yeniden sahip çıkmanın erdemiyle, ellerini devrimci evlatlarının ellerine tutuşturmuş, ‘hayır’ı haykırıyorsa, ülkenin bir yanında gün yeniden doğuyor demektir.

Bizi de bu insanlık kavgasına alkış tutmak, yakılan meydan ateşine dost eli uzatmak, toprağın terine ve onu işleyen ellere saygı duymak düşer.

oaydinoaydin@gmail.com

16 Ekim 2010 Cumartesi

YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM

“…TEK AÇ İNSAN KALMAYACAK. TEK İŞSİZ YOK. OKUMA YAZMA BİLMEYEN DE YOK. PATRONDU, İŞÇİYDİ, KÖYLÜYDÜ, POLİSTİ, JANDARMAYDI YOK. SENDEN KORKU BENBEN KORKU DA YOK. ÇALIŞ İSTEDİĞİN KADAR. YE, İÇ, OKU, YAZ KEYFİNE BAK İSTEDİĞİN KADAR.
HAY ANASINI OLACAK BU İŞ, YALNIZ BİRAZ TEZ OLSA…”

YAZAN NÂZIM HİKMET

OYUNLAŞTIRAN METİN COŞKUN

YÖNETEN ŞAKİR GÜRZUMAR

YÖNETMEN YARDIMCISI EYLEM ŞAFAK AYDIN

IŞIK TASARIMI YÜKSEL AYMAZ

SES-EFEKT ERSİN ERHAN AŞAR

DEKOR-KOSTÜM ERHAN ALABAŞ

DESENLER ABİDİN DİNO

FİLM TASARIMI SEMİR ASLANYÜREK

FİLM KURGU TUFAN BORA

OYUN FOTOĞRAFLARI ÇERKES KARADAĞ

IŞIK UYGULAMA ALEV TOPAL

SAHNE AMİRİ CANSU FIRINCI

TEKNİK BERAN SOYSAL

OYNAYANLAR METİN COŞKUN / ORHAN AYDIN / AYŞEGÜL ALPAK


23 Ekim İskenderun-Belediye Kültür Sarayı

1 Kasım Oyun Atölyesi-Moda/İstanbul

3 Kasım Nazilli-Belediye Kültür Merkezi

4 Kasım Aydın-Kültür Merkezi

11 Ekim 2010 Pazartesi

Skandal…

47. Antalya Altın Portakal Film Festivali açılışını ekranlardan izledim.

Festival öncesi olup bitenlerle ilgili, birçok haber-makale-yorum okudum.

Yazılanların çoğunluğu, ‘skandal’ duruma dikkat çekiyor ve asıl gerçeği görmezlikten geliyor.

Emir Kusturica’yı protesto edip, festivale katılmayacaklarını bildiren, böylelikle festivali provoke eden anlayışa verilen yanıtlar ise, evlere şenlik.

“Bizi, bir sanatçının ne düşündüğü ilgilendirmez, ne yaptığı ilgilendirir.”

Festival koordinatörü tarafından canlı yayınlarda söylenen bu cümleyle ilgili, hemen hiçbir yorum ya da yazının ilgilenmediğini gördüm.

Oysa yapılan açıklama öyle yenilir yutulur, görmezlikten gelinecek bir açıklama değil.

Neresinden bakarsanız bakın, yaratıcı durumundaki bireyin içini boşaltan, hiçleştiren, basit bir varlığa dönüştüren bu tanımlama, içimizdeki gericiliğin ayak izi durumundadır.

Yaşadığı ülkenin, çağın sorunlarını sorun etmeyen, halkların barış, eşitlik, özgürlük istemelerine öncülük etmeyen, insan olma erdemini savunmayan birinin ‘sanatçı’ olması mümkün mü?

Değiştirmeyi, dönüştürmeyi, geliştirmeyi önermeyen, insanlık için düşünmeyi, düşündüğünü üretmeyi hiçleyen birine, ‘sanatçı’ demek ne kadar doğru?

Festival direktörü kaş yapayım derken, iki gözü birden çıkarmıştır!

Dillendirilen anlayış, AKP’nin bu ülke halkının üstüne sıçrattığı gericilik çamuruyla aynı değil midir?

AKP de, tüm toplumsal ve siyasal değerleri, yazarları-aydınları-sanatçıları içlerini boşaltarak, onları hiçleştirerek kullanmaya çalışmıyor mu?

AKP’nin elini süremediği bir Yılmaz Güney kalmıştı, Adana Altın Koza’da olduğu gibi, Antalya’da da Bakan temsilciliği aracılığıyla onu da diline doladı.

Uluslararası bir yaratıcı olduğu bilinen ve açıklamalarında, “ben ırkçı değilim, burada bir yanlışlık var, benim böyle bir açıklamam yok’” diyen Kusturica’nın içine düşürüldüğü durum da vahim!

Daha dün denecek bir zamanda, AKP’li Bursa Belediyesi tarafından alkışlarla sahneye çıkarılan yönetmen için, Kültür Bakanı ve Semih efendiden sonra, MHP’li Belediye Meclis üyesinin, “bir ırkçı, faşist’in burada ne işi var?” diye bağırması da trajikomik?

Ne oldu?

Adam, “savaş suçlusu” ilan edildiğine inanıp, topladı valizini gitti.

Giderken de kendine yapılanların sorumlusu olarak Kültür Bakanı’nı işaret edip, “düşman” dedi.

Açıklamalardan Bakan beyin çok alındığını ve sinirlendiğini öğreniyoruz.

“Bize kimse hakaret edemez” diyor.

Anladığımız o ki, Bakan bey kendisinin başkalarına hakaret etme hakkını saklı tutuyor.

Şimdi, tüm Dünya sineması ve sanat alanları bu durumu konuşuyor.

Festivale katılan sanatçılardan, oyuncu, yönetmen, senarist örgütlerinden bir ses çıkmaması da tuhaf!

Yönetmeni açık biçimiyle hedef gösterenlerle birlikte, Yeni Şafak, Zaman, Vakit gazeteleri ve Samanyolu TV amaçlarına erişmiş olmalılar.

Altın Portakal Film Festivali’nin 47 yaşına gelmiş, profesyonel bir erginlikte olduğunu biliyoruz.

Ama gelin görün ki açılış gecesi sahnede olup bitenler bu profesyonel erginliği gölgede bıraktı.

*Kırmızı halı geçişlerinde söylenenlerden bir tane bile, ipe-sapa gelir söz bulana aşk olsun!

*Sahne düzenlemesinde hiç bir estetik seviye gözetilmemiş.

*Sunucu kardeşlerimin, ellerinin-ayaklarının birbirine dolaşması çok komikti.

*”Festival yüzüyüm” diye, kendi kendini sunan, manken hanımın orada ne işi vardı?

*Antalya Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının sunduğu ‘Venüs’ gösterisinin jimnastik hareketlerini çağrıştırıyor olması ve özensizliği neden gözlerden kaçtı?

* Melike Demirağ için, bir orkresta bile oluşturamamak, sanatçıya haksızlık değil mi?

*Festivale katılan filmler, yönetmenler, oyuncular neden tanıtılmadı?

* Can Dündar dışında tüm konuşmacılar neden hazırlıksızdı?

*Ve 47 yaşına yol almış bir festivalin açılışta söyleyecek bir sözünün olmaması, gerçekten can acıtıcı.

Festival yöneticilerinin, sanat danışmanlarının, yürütücülerinin bu eleştirileri dikkate alacağını umalım.

İçimizi-dışımızı kuşatan ve sahnelerden üstümüze kusulan bu arabesk anlayışın yenilip yok edilmesi gerçekliği, gayet açık.

Uluslararası bir film festivali açılışının, Anadolu’nun hemen her kasaba ve kentinde yapılan, Karpuz ya da Kiraz festivallerinden bir farkı yok mu?

Açılışında skandallar yaşanan Altın Portakal’ın, kapanışında neler olacak birlikte göreceğiz.


oaydinoaydin@gmail.com

4 Ekim 2010 Pazartesi

Talan…
Hasankeyf'in sular altında kalmaması için gösterilen direniş sonuç vermedi.
Dünyanın dört bir yanından yükselen seslere, AKP'nin verdiği yanıt şaka gibi, "Hasankeyf’i taşıyacağız"
Allianoi Antik Kenti’nin sular altında kalmaması için verilen mücadele de sonuçsuz kaldı.
Direniş sürüyor ama nafile!
AKP bildiğini okuyor, tüm istemlere kulaklarını tıkamış, bölgeyi tel örgülerle çevirip, jandarmayla koruma altına alıp, bölge halkından bile tecrit etmiş!
Antik kent şu günlerde kumla dolduruluyor, sonra üstüne taş-çakıl yığınları atılacak.
AKP'nin buna verdiği yanıtta şaka gibi, "Yok etmiyoruz bir gün ortaya çıkarmak için üstünü örtüyoruz"
Günlerdir kültürel varlıkların talan edildiğini dillendiren kişiler, sivil örgütler yanıtımızı almış olduk!
“Kültürel varlıkları ve ören yerlerini korumak bir hükümetin asli görevidir” diyen Kültür Bakanı sus-pus.
AKP, her iki antik kenti yutup yok edecek barajlar için, "Tarım ülkesiyiz, bölgelerin suya ihtiyacı var" diyor.
Oysa bunun koca bir yalan olduğunu tüm taraflar biliyor.
Tarımda AB'nin dayattığı tüm kotaların altına imza çakan bu hükümetin kendisi değil mi?
Hangi tarım?
Tarlasına canını bağlamış köylü, ürünlerini devşiremeden çürümeye terk etmek zorunda kalmıyor mu?
Devşirdi diyelim, satacak pazar bulabiliyor mu?
Tarımla uğraşan üreticilerin boğazlarındaki ilmik, "kredi borçları" olarak durmuyor mu?
Evet o bilinen slogan doğrudur 'su hayattır'. İnsanlık tarihinin ortak mirası olan kültürel varlıklar nedir peki? .
"Gâvur taşı mı"?
Bir zamanların uyuyan güzeli Kültür Bakanı zat, öyle demişti 'üç-beş gâvur taşı için yapılacak projelerin önünü kapatmam"
İşte akıl bu akıldır.
Hem Hasankeyf, hem Allianoi’de ve tüm yurtta kimsesizliğe itilmiş kültürel kalıtlar, "gâvur taşı" olarak algılanmaktadır.
Şaşarım bu akla!
Anlaşılan o’dur ki; Kültürel kalıtların gün yüzüne çıkartılması ve insanlıkla paylaşılması için Dünyada yapılan çalışmaların hiçbiri bu hükümete örnek olmayacak.
Geçtik antik kentlerin üstlerine dökülen çakılları, kumları, suları, çamurları, çöpleri İstanbul'a bakalım.
Tarlabaşı’ndan başlayıp Sütlüce’ye uzanan tüm kültürel doku ile Galata bölgesi ve Haydarpaşa yem edilmek için gün sayıyor.
Tıpkı Surdibi’nde olduğu gibi.
Eli kulağında. Çalık grubu Tarlabaşı’na dozerlerle, iş makineleriyle girecek ve tescilli-tescilsiz ne kadar tarihsel yapı varsa hepsini yerle bir edip, kendi projesini uygulamaya koyacak.
Kilise, havra, manastır, park, yeşil alan umurunda olmayacak.
İstanbul’un orta yeri şantiyeye dönecek!
Galata ve Haydarpaşa’da Mimarlar Odası’nın daha önce aldığı “yürütmeyi durdurma” kararları da bir işe yaramayacak. “Kamu yararı” kılıfı, 12 Eylül’de yüzde 58 oy alarak, onandı nasıl olsa!
Şimdi meydan ‘evetçi’ kardeşlerimizin, al gözüm seyreyle.
Asıl talan-peşkeş çekme ve geri dönülmez tahribat 3. köprü ile start aldı.
Kesilecek olan 2 milyon ağaç, elbette bir daha geri gelmeyecek.
Karadeniz’e doğru yeni bir İstanbul yaratma tutkusu, doğa cinayetleri işlenerek yapılacak.
İstanbul’un üstüne beton kütleler yağacak.
Boğaz yeniden üleşilecek.
Yeni uydu siteler, gökdelenler, iş merkezleri, alış-veriş merkezleri, gök kafesler mantar gibi pırtlayacak.
Belgrat Ormanları dahil bu kent’in nefes aldığı en önemli yeşil alanlar, su havzaları tahrip edilecek.
İnsanlar yaşam alanlarından sökülüp atılacak, çevre yolları üzerlerindeki köyler ranta açılacak.
Yağma Hasanın böreği, ye babam ye.
Geçtiğimiz haftalarda Hıncal Uluç Efendi köşesinden paylaştı, “Başbakanın İstanbul için sürpriz projeleri var, ben şaşırdım doğrusu, muhteşem, ama açıklamasını Sayın Başbakan’a bırakıyorum” dedi.
Şapkanın altındaki sürpriz’in Taksim Meydanı’na yönelik olduğunu biliyoruz!
Ama bu şapkanın altından tavşan çıkmayacağını da biliyoruz.
Başbakan, uykularına karışan AKM meselesini kökünden çözmeye hazırlanıyor.
“AKM yıkılacak, trafik yer altına alınacak, o binanın yerine de 24 saat açık bir alış-veriş merkezi kondurulacak.”
Hemen kızmayın canım, içine sizin için küçük bir salon ya da saloncuklar da yapılacak!
Harbiye Muhsin Ertuğrul’da öyle yapmadılar mı?
Dev bir Kongre Merkezi, içinde küçücük bir salon, alın tepe tepe kullanın.
Bir ucu Karadeniz’de, bir ucu Marmara’da, bir diğer ucu Tekirdağ’da olan bir İstanbul; AKP’nin yedi ceddini doyurmaya yeter.
Bizlere de elde mumlar sokaklara çıkmak düşer.
“Aman ağaçlar kesilmesin, doğa tahrip edilmesin”
Kimler, en cesur biçimiyle çıkıp, ‘3. köprü İstanbul için bir cinayettir. AKP dur.’ diyecek?
Bunu da birlikte görmeyi umalım ve mum yakmanın ötesinde işler yapıp, memleketi yangın yerine çevirenlerden hesap sormayı akla koyalım, yoksa bu talan politikalarının uygulayıcısı AKP, akıllarımızı bile çalmaya hazırlanıyor.
oaydinoaydin@gmail.com.