29 Mart 2010 Pazartesi

Kifayet…


Alanlara çıkan, hak arayan insanlık sanat alanlarından yeterli desteği görebiliyor mu?

Bu ülkenin aydınlarına, sanatçılarına ne oldu?

Kendi hakları için bile ‘susmak erdemdir’ anlayışı kimin aklı?

İnsani tüm değerlerin çöp edildiği bir süreçte, sanatçı dediğin ne yapmalı?

Bu soruların onlarca yanıtı var elbette, ama galiba sorun kifayetsizlikte!

Kifayetsiz oldun mu, önce elini verirsin sonra da kolunu kaptırırsın.

Hep öyle olmadı mı?

Bakın ülkenin geçmişine, insanlığın kültürel zenginliğinden beslenmemiş bir sürü aklın savrulup gittiğini görürsünüz.

Sıkı solcular sağcı-liberal, sıkı sağcılar dinci-ırkçı, yada tam tersi.

Bu yüzden olsa gerek, bizim ‘sanat’ dünyamızın siyasal tarihi çok renklidir.

Ne tarafına bakarsınız bakın.

Müzikten edebiyata, sinemadan tiyatroya bir sürü yüzer-gezer isim görürsünüz.

Hazan yaprakları gibi, rüzgar nereden esiyor hooop oraya, olmadı daha da öteye!

Nedenleri üstüne akıl yürüttüğünüzde dünyaya, kendi toplumuna algıları kapalı kocaman kuru bir kalabalıktan oluşan duvara çarparsınız.

12 Mart ve 12 Eylül darbeleri toplumda açtıkları en derin gedikleri bu alanda oluşturdular.

Bu anlamda görevlerini başarıyla yerine getirmiş dünyadaki sayılı faşist darbeler sıralamasında, Almanya, İspanya, İtalya, Yunanistan ve Şili gibi tarihin en kanlı sayfalarında üst sıralara doğru tırmanırlar.

Faşist akıl için okumayan, izlemeyen, tartışmayan, edindiklerini paylaşmayan, dinlemeyen; örgütsüzleştirilmiş insanlar yığını; kolay aldatılan, kolay yönetilen sıradan bir kalabalık olmaktan öte hiç bir şey ifade etmez!

Oysa yakın tarihimizde edebiyatçılar, sinemacılar, tiyatrocular, şairler, ressamlar ve müzisyenler verilen mücadele için ürettiler ve ‘sınıf edebiyatı’, ‘sınıf sanatı’, ‘sanatta gerçekçilik’, ‘politik tiyatro’, ‘sosyalist gerçekçilik’, ‘epik tiyatro’ gibi başlıklarda canlı örnekler de sundular.

Yazın hayatının gazete ve dergi sayfalarında yapılan verimli tartışmaları, ülke kültürel zenginliğinin geleceğini işaret ediyordu.

Siyasal kadro dergileri ve gazeteleri de bu canlılığın içinde fonksiyonel bir merkezde durur ‘sanat ve sosyalizm’ başlığı sayfalarca tartışılırdı.

Sahneler dünya tiyatrosunun gerçekçi akımından izler taşır, sinema edebiyattan beslenen önemli atılım yapar, resim işçi örgütlenmesi alanında örnekler verirdi.

Kısacası hayat, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayı…” hiç affetmedi.

Tüm alanlardaki örgütsel dağınıklığın ve yıkımın üstesinden sanatsal ve kültürel gerçekliğimize tutunarak çıkmaya çabaladık.

Her şey yeniden düşüldü, tartışıldı, uygulandı.

Tiyatrolar köy yollarına düştü, sinema canlandı, edebiyat köpürdü, şiir aşka geldi.

Sisteme karşı örgütlenme hız kazandı, sendikal hareket güç toplamaya başladı, meydanlar bağımsızlık, eşitlik ve özgürlük sesleri ile çoğaldı ; yasak olmasına karşın grevler patlak verdi, üniversiteler kır bahçelerine döndü.

Toplum kaldığı yerden hayatı değiştirme kavgasına devam etti.

Sisteme karşı oluşan reaksiyon sanatla yoğrularak yol aldı.

Kenan Evren’in tank paletleri, aslında bu kültürün üstünden geçtiler.

Evet , insanlar öldü, cezaevleri doldu taştı ve sanat sonsuza kadar düşman ilan edildi.

Sanatçı lekelenmeye, karalanmaya, yok edilmeye çalışıldı ve tüm sanat alanları susuz bırakılmış bir ova gibi kurutuldu.

Toplum teslim alınıp suskunlaştırıldı.

Sol düşmanlığı, sanat düşmanlığı ile örtüştüğü için de başarılı oldu ve ‘ne suya ne sabuna’ diye yaşayan bir sürü kifayetsize gün doğdu!

Bu dönemin ‘yüzer-gezer sanatçıları’ ünlüdür.

Üstüne onlarca polemik yapıldı, kitaplar yazıldı.

Bildirilere atılan imzalarını geri çekenler, mitinglere katılıp inkar edenler, çıkar için saf değiştirenler, bir gecede ‘dinci şair’ kesilenler, söyledikleri türkülere bile sahip çıkmayanlar, gömlek değiştirir gibi parti değiştirenler, bu dönemlerin ürünüdür.

Bugün sanat ortamını kuşatan kirlenme, tam da buradan besleniyor.

Okumaz, izlemez, tartışmaz, paylaşmaz, dinlemez bir birey olursan, algılarını kapatırsan, yoksullaşırsın ve zaten çoktan bu duruma itelenmiş ülkenin, sıradan bir parçası haline dönüşür, kifayetsizleşirsin.

Yitirirsin kıt aklını ve güce tapınmaya başlarsın.

O zaman telefonun sürekli çalar, kapına süslü püslü davetiyeler gelir, sonra bir sabah kendini koskoca bir yalana ortak olurken bulursun!

Bize de , bir oyun şarkısını yeniden hatırlamak düşer.

“Sağcı ile sağcı, solcu ile solcu,
Çevir kazı yanmasın çevir de çevir,
Çevir kazı yanmasın devir bu devir.”


oaydinoaydinqgmail.com

27 Mart 2010 Cumartesi

25 Mart 2010 Perşembe

22 Mart 2010 Pazartesi

Hey oradakiler…


Yurdumun dört bir yanında sahnelere çıkan meslektaşlarım, sahne gerisinde alın teri döken yaratıcı dostlarım; Ankara, Adana, Antalya, Diyarbakır, İzmir, İstanbul, Trabzon, Erzurum, Tekirdağ’da el ele tutuşan kardeşlerim Dünya Tiyatro günümüz kutlu olsun.

Yer yüzünün her köşe bucağında seyircilerini selamlayan yol arkadaşlarım Güney Afrika’da, Mozambik’de, Küba’da, Çin’de, Japonya’da, Almanya ve İngiltere’de, İran, Irak, Filistin’de amansız direnen kardeşlerim Dünya Tiyatro günümüz kutlu olsun.

Size bu kutlama metnini “2010 da Avrupa Kültür Başkenti” ilan edilmiş bir kentin tiyatro salonlarından yoksun bırakılmış, seyircisi ile oyuncusu ötekileştirilmiş, yoksullaştırılmış, kimsesizleştirilmiş, karmaşanın ve koca bir yalanın esiri haline getirilmiş İstanbul’dan yazıyorum.

Sevgili meslektaşlarım,

Benim ülkemde yalan, gündelik kandırmacanın, göz boyamanın, sıradanlaştırmanın, hiçe saymanın adıdır.

Benim ülkemde talan, ortak değerlerimizi emperyalist tekellere ve yandaş cemaat örgütlerine pazarlamanın adıdır.

Benim ülkemde Barış-Eşitlik-Özgürlük, yalnızca kuşların kanatlarında gökyüzünde dolaşır.

Benim ülkemde hak, hukuk, bağımsız yargı ve yasalar önünde aynılık ayaklar altındadır.

Benim ülkemde, son yedi yılda insanlarımın yüzde yirmisi yoksullaşmış, işsizlik aynı oranda çoğalmıştır.

Benim ülkemde Eğitim-Sağlık-iletişim ve onlarca kamu alanı özelleştirilmiş, sistemler teslim alınmıştır.

Benim ülkemde işçi ve çalışan hakları gasp edilmiş, örgütlenme özgürlükleri yasalarla bastırılmıştır.

Benim ülkemde tarım emekçileri, köylüler hiçleştirilmiş, emperyalist dayatmalara kurban edilmiştir.

Benim ülkemde din, bezirganların elindedir ve aydınlığa, barışa ve eşitliğe karşı patlamaya hazır bir silah haline getirilmiştir.

Benim ülkemde, halklar arasına ayrılık tohumları ekiliyor, insanlarımın topluca ülke dışına sürgün edilmeleri konuşuluyor.

“Açılımlar” adı altında ne olduğu bile anlaşılmayan kampanyalar yürütülerek toplumumuz suskunlaştırılıp, tek tip haline dönüştürülmeye çabalanıyor.

Ülkemde halen tiyatro salonları, kültür merkezleri yıkılıyor.

Ülkemde oyunlar, yazarlar, çizerler yasaklanıyor, davalar açılıyor.

Devlet Tiyatroları, Opera Bale ve Senfoni için, siyasi iktidarın kirli emelleri açığa çıkıyor. Bu köklü kurumların özelleştirilmesi için komisyonlar kuruluyor.

Müzelerimiz, kütüphanelerimiz aynı sona doğru iteleniyor.

Dünya insanlığının ortak mirası olduğuna inandığımız kültürel kalıtlar, paketlenerek
alınıp-satılabilinen metalar haline dönüştürülüyor.

Tüm sanat alanlarındaki yaratıcı dostlarımızın özlük hakları, gasp edilmiş durumdadır.

Özel, amatör, belediye tiyatroları; üniversite tiyatroları, tarihimizin en kötü yıllarını yaşıyor.

2010 da “Avrupa Kültür Başkenti” ilan edilmiş İstanbul’dan görülenler yalnızca bunlar değil elbet.

Ülkemin tüm sanatsal yaratılarına uygun tek mekanı Atatürk Kültür Merkezi, rant avcılarının kirli çıkarlarına kurban ediliyor.

Kentlerimizin kültürel dokuları üstünde, “dönüşüm” adıyla paylaşım hesapları yapıyorlar.

Bir arada yaşama geleneklerimiz, çıkar uğruna budanıyor.

Kimilerimiz yalan tıkınmak için padişah özentilerinin sofralarında bağdaş kurarken, kimilerimiz yüreklerini işçilerin , emekçilerin verdikleri onurlu mücadelenin yanına katıyorlar.

Biliyoruz ki; ülkemizin üstünde çoğalan bu kara bulutlar bir gün yok olacak ve hepimiz insanlığın yaktığı büyük bir meydan ateşiyle birlikte ısınacağız.

Barış hepimizi için,

Eşitlik hepimiz için,

Özgürlük hepimiz için olduğunda, sahnelerimizden çoğalan alkışlar alkışlara karışacak.

Önümüzde uzun bir yol ve daha haykırmamız gereken binlerce sözcük var.

Yaşasın Dünya Tiyatro Günümüz.
oaydinoaydin@gmail.com

15 Mart 2010 Pazartesi

Boşuna…


Her birimizin yüreğini sarmalayan bir türküsü, şarkısı, şiiri, romanı aklından çıkmayan bir oyunu yada belleklerimizde yer etmiş bir film, fotoğraf karesi yok mu?

Vardır.

Eğer yoksa, sorun var demektir!

Önce 12 Mart, ardından 12 Eylül faşist cuntaları bu anlamda işe yaradılar!

68 ve 78 yıllarında, hem ülkemizde hem tüm dünyada çoğalan devrimci fırtına, okuyan, izleyen, tartışan, hak arayan, sanatla çoğalan ve paylaşan örgütlü toplumların yarattığı bir gerçeklikti.

Bu gerçek iyi bilindiği için olsa gerek, insan avları aynı zamanda sanatsal ve kültürel avlara dönüşmüştü.

Benim kuşağım, öncekiler ve sonrakiler kitaplıklarımızın polis-jandarma tarafından hangi öfkeyle imha edildiklerini iyi biliriz.

Gecenin kör karasında kapılarımıza dayanılır, doğruca kitaplıklarımız hedef alınırdı.

Raflarda ele geçirilen her basılı ve yazılı kağıt suç unsuru sayılır, kitaplara ilk ceza büyük bir öfke ve hınçla, gözlerimizin önünde üstlerine çıkıp tepinerek verilirdi.

Kitapların düşman ilan edildiği, bir ülke düşünebiliyor musunuz?

Yada yazarların, oyuncuların, müzisyenlerin, şairlerin, ressamların, film yönetmenlerinin düşman ilan edildiğini?

Ben sıkıyönetim komutanlıklarının yayımladığı ‘yasak kitaplar’ listesini anımsıyorum. Kimler yoktu ki içlerinde. Rus edebiyatının hemen tüm yaratıcılarından, İngiliz, Fransız, Alman yazarlarının eserleri, tüm Marksist klasikler ve elbette Nazım Hikmet ile başlayan uzunca bir liste.

‘Bulunduğu yerde yakalanmalıdır’ anonsları, kitaplar için “bulundukları yerde toplanıp el konulmalıdır” diye anons edilirdi.

Şimdilerde dünü, yeniden düşünüyorum.

O hınç, o öfke biriktirilmiş ırkçı-dinci düşmanlığın açığa çıkmasından başka hiçbir şey değildi.

Bir yandan yasaklar yasakları izliyor, cezaevlerinde insanlar katlediliyor, operasyonlarda, gözaltlarında cinayetlere kurban veriliyor, insanlar aç, insanlar yoksul, kıvranıyor memleket, öte yandan halkın nefes alacağı tüm sanatsal özgürlüklere, kültürel etkinliklere de yasaklar konuyordu.

Düşmanlığın kışkırttığı kin, ülkeyi sıkıştırıp geriyor, “kana kan intikam” sesleri hayatlarımıza kastediyordu.


Bugün bir kez daha anlayabiliyorum; düşünen, üreten, tartışan, tartıştıran, örgütlenen, hak arayan, gerçekleri bağıran insanlığı hiçe sayma, linç edip ortadan kaldırma güdüsünün altında, büyük bir korku gizliydi.

Korkuyorlardı evet.

Cuntacılar ve işbirlikçileri, sosyalistlerden, işçilerden, işçi önderlerinden, devrimci örgütlerden, gençlerden korktukları kadar, yazarlardan ve kitaplardan da korkuyorlardı.

Şiirlerden, şarkılardan, türkülerden, oyunlardan, filmlerden korkuyorlardı.

Yoksa, her iki darbe döneminde de önce tiyatroların, sinemaların kapılarına kilit vurulmasının başkaca ne anlamı olabilir?

Oyun yasaklamanın, film yasaklamanın, gazete haberlerini, köşe yazarlarının günlük yazılarının yasaklanmasının başkaca ne anlamı olabilir?

Matbaaların basılıp derdest edilmesinin, dergi bürolarının tahrip edilmesinin, dergi satışlarının-dağıtımlarının engellenmesinin başkaca ne anlamı olabilir?

Sokakta, kahvede, okulda, fabrikada, meydanda üç kişiyi bile bir arada görünce, “örgüt kurmaktan” içeri atmanın başkaca ne anlamı olabilir?

Şarkı söylemeyi, türkü çığırmayı, halay çekmeyi yasaklamak büyük bir korkunun ifadesi değil ise nedir?

Korkuyorlardı evet.

Haykırılan eşitlikten, özgürlükten, bağımsızlıktan ödleri patlıyordu.

Bu yüzden ezan sesleri çoğaldı. Bu yüzden cami avluları dolduruldu, bu yüzden ırkçılık ve dinci gericilik okşandı.

Cinayet şebekeleri-çeteler bu yüzden katliamlar düzenledi.

Yazarlar, aydınlar, sanatçılar, sosyalist siyasetçiler bu yüzden cezaevine atıldılar, bu yüzden katledildiler.

12 Mart’ın üstünden 39 yıl, 12 Eylül’ün 29 yıl geçti.

Bugün de korkuyorlar.

12 Eylül faşist darbesinin koynunda büyüyüp gelişen AKP, bu korkuyu temsil ettiği içindir ki halka, yoksullara saldırıyor, ekmeğimizi, aşımızı yok edip, ümüğümüzü sıkmaya çalışıyor.

Korktukları için, her beş vakitte bir bin yalan söylüyorlar.

Korktukları için ülkenin geleceğine ipotek koyma savaşındalar.

Bu yüzden, her gün yeni bir hukuk skandalına imza atıyorlar.

Bu yüzden düzmece dosyaları ülkenin orta yerine atıp, “12 Eylül ile hesaplaşalım” diyen insanlığa kulaklarını tıkıyorlar.

İşçilerden korktuğu için, haklarını gasp edip, örgütlenmelerini engelliyorlar.

Çalışanların grevli, toplu sözleşmeli haklarını bu yüzden vermiyorlar.

Varımızı-yoğumuzu bu yüzden sermaye gruplarına ve yandaşlarına peşkeş çekiyorlar.

Korktukları için, açılımlar adı altında göz boyama seansları düzenliyorlar.

Korktukları için yazarlar, çizerler hakkında, oyunlar hakkında davalar açıyorlar.

Dünü gördük yaşadık, yarını da görüp yaşayacağız.

Tarih tanık.

Korkunun yok oluşu engellemeye, hiçbir yararı yok.

Yine öyle olacak.

Gün gelecek, devran mutlak dönecek.

“Yeter ki kararmasının sol mememin altındaki cevahir”

oyadinoaydin@gmail.com

8 Mart 2010 Pazartesi

Bu kadar olur …


Kültür Bakanlığı, saman altından su yürütmeye devam ediyor.

Bir yandan tüm sanat alanlarındaki örgütlere, tek çatı altında olmayı dayatıyor, diğer yandan Bakanlığa bağlı tüm taşra kuruluşlarını ve bazı müzeleri belediyelere ve il özel idareye devretmek için hazırlattığı yasa teklifini meclis gündemine taşıyor.

Tek çatı dayatmasına, müzik, sinema ve plastik sanatlar alanlarında örgütlenmiş dostlarımın dışında, ses çıkaran yok.

Bir vurdumduymazlık, bir keyfilik ki hiç sormayın!

Yani kafanıza vurup elinizdeki ekmek alınıyor, ama ses çıkarmıyorsunuz.

Bunun tek bir adı olsa gerek; teslimiyet.

AKP’nin tüm hayatı kuşatan anti-demokratik uygulamalarının en net biçimde açığa çıktığı çalışma yaşamımızdaki örneklemeleri bile, bazı aklı evveller için ikna edici olmuyor.

‘Tekel işçilerine bakın arkadaşlar hiç mi ders çıkaracak sonuçlar yok ortada’ diyorsunuz. “Biz işçi miyiz?” gibi aptal bir yanıt fırlatılıyor ortaya!

Evet işçiyiz.

Tiyatro meslek alanında üreten tüm yurttaşlar, hepimiz birer işçiyiz.

Ne sanıyoruz kendimizi, sırça köşklere kurulmuş ‘sanatçılar mı’?

Yanılıyorsunuz.

Bu toplumda üreten ve ürettiklerini paylaşan her birimiz, bu sistem tarafından ‘adı konmamış’ birer işçiyiz.

Hiçbir hakkı olmayan, sıradan örgütsüz işçiler!

Sendikasız, sigortasız, kayıtsız, kaçak çalıştırılan işçiler!

Devlet ve Şehir Tiyatroları’nda ‘kısmi hakları’ olan arkadaşlarımın dışında kalan, Özel ve Amatör Tiyatrolarda çalışan meslektaşlarım için, biri çıkıp ihbarda bulunsa, ‘bu insanlar sigortasız ve sözleşmesiz çalıştırılıyor, vergileri bile ödenmiyor’ dese neler olur acaba?

Birileri, el-etek öpmeye hemen hazırlar biliyorum.

Örneklerini daha önce yaşadık.

Hemen, uzlaşmanın yollarını arayacaklardır. “Bu alan oluştuğu günden beri böyle, bilmiyorduk” deyip, bu işten alınlarının akıyla sıyrılacaklardır.

Önümdeki verilere bakıyorum.

“Sanatçı toplumunun önündedir, siyaset onun işi değildir, çıksın işini yapsın, etliye sütlüye bulaşmasın yeter” anlayışı, Devlet’in kurulduğu günden bu güne, söyleye durduğu nağmedir!

“Peki bu sanatçı dedikleriniz de insan, ne yer ne içerler, nasıl yaşarlar, nasıl üretirler, bunların bu Devlet önünde hakları yok mu” dediniz mi ‘KOMONİST’ yaftasını yersiniz.!

Bu günde öyle oluyor.

Tİ-SAN (Tiyatro İşçileri Sendikası) dönemini bir köşeye koyarsak, değişen hiçbir şey yok.

Ya yaftalanıyorsunuz, yada çıkar ilişkileri açık olan bir güruh tarafından, hayatın her alanında karalanmaya çalışılıyorsunuz!

Yani, bu günlerin dünden farkı, ‘siyasal yardakçılık’ denen sisteme eklenme geriliğinin daha da belirgin ortaya çıkmasıdır.

Bir nevi yüzsüzlük!

Oysa akli davranış, haklarımızı yasalar önünde eşit kılacak, kalıcı-üretken bir örgütsel yapılaşma için, birlikte davranış ahlakı göstermektir.

Ne çare, AKP sanat alanlarının içine her biri birbirinden mahir muhbirler, işbirlikçiler salmış durumda!

Kendini sisteme ekleme yarışına girenlere karşı, ortak bir yol izleyip ‘kuyruğu dik tutmak’ ise, galiba yine aydınlanmacı damarın işi olacak.

Bakanlığın saman altından yürüttüğü ikinci başlık ise, kültür yaşamımızda daha da geniş bir alanı kapsıyor.

Müzeler, kütüphaneler, kültür merkezleri, güzel sanat galerileri elden çıkartılmaya hazırlanıyor!

“Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bazı taşra kuruluşlarının il özel idareleri ve belediyelere devredilmesi ile bazı kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılmasına dair kanun tasarısı” 03.03.2010 tarihinde Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor Komisyonunda görüşülmeye başlandı.

Buna göre;
1-İl Kültür ve Turizm Müdürlükleri kapatılacak.
2-Taşra Teşkilatı İçişleri Bakanlığına geçirilecek.
3-İl Halk Kütüphaneleri il özel idarelerine devredilecek.
4-Birçok müze belediyelere devredilecek.
5-Tüm personel özlük hakları ile beraber valilik ve belediyelere devredilecek
6-Personel İçişleri Bakanlığı’nın norm kadro uygulamasına tabi olacak.
7-Kütüphane ve müzelerin envanteri, araç gereçleri, arsa ve binaları aynı oranda devredilecek,
8-Kültür merkezleri, danışma büroları, güzel sanatlar galerileri, belediye sınırları içinde belediyelere, bu sınırlar dışında il özel idarelere devredilecektir.

Bu tasarı, tam da aynı başlıklar ve içeriği ile 2006 yılında yine meclis gündemine taşınmaya çalışılmış, ama Kültür Sanat Sendikamızın verdiği mücadeleyle önü kesilmişti.

Bu gün ise, sessiz-sedasız yangından mal kaçırma tavrı ile karşı karşıyayız.

Biliyorum, bunun için de; “sen olacağına bak, ne yani ne bekliyordunuz, elbette yapılmalı” pişkinliği ile karşılaşacağız.

Yukarda sözünü ettiğim sisteme eklenmenin peşine düşen sıradanlık, bunu bağıra-çağıra dillendirecekler.

Oysa, bakanlığın teklifi iyi okunduğunda kültürel hayatımızın tam anlamı ile ipotek altına alınacağının belgesi, karşınızda pis pis sırıtır!

Okurlarım anımsayacaklar, ‘Bakanlık, müzeleri ve kütüphaneleri, kültür merkezlerini ve sanat galerilerini özelleştirmenin peşinde’ diye yazmıştık.

Olacakları görmek için kahin olmak gerekmiyor!

Sosyal Devlet’in en asli görevi tam anlamıyla budanacak, halkın vergileri ile oluşmuş kamu alanları, insanlığın ortak mirası kültürel kalıtlar bazı ağalara-beylere, kara para aklayıcılarına peşkeş çekilecektir.

Özel müzeciliğin hortladığı ülkede, avuçlarını ovalayan çok madrabaz var!

Öte yandan, bu gün temizlik işlerini bile taşeronlara devreden belediyelere gün doğmuş durumda!

Ellerine geçirecekleri her kamu malını özelleştirmek için can atanların olduğu bir gerçek değil mi?

Aspendos, Side, Efes ve onlarca antik tiyatronun özelleştirilmiş olması kimlere ne ifade ediyor bilmek istiyorum?

Yada adlarını alt alta sıraladığınızda, hepsi birbirinden farklı değerlerle zenginleştirilmiş müzelerimiz, kimlere pazarlanınca rahatlayacaksınız?

Kütüphaneler bahsi, tam anlamı ile akıl alıcı.

Zaten dinci ve ırkçı kadrolaşmanın açık adresi haline gelen bu alan, şimdi iyiden iyiye tarikat ve cemaatlerin cirit attıkları yerler olacak.

Kültür merkezleri, danışma büroları ve güzel sanatlar galerilerinin devirleri, birilerinin iştahlarını kabartmış olmalı!

Şimdi yeniden sormak istiyorum.

Başbakan ile ‘demokratik açılım’ için, sabah kahvaltısına oturacak olan ‘sanatçı zevat’, senin bu olup bitenlerden haberin var mı?

Var ve yine de o sofranın diz çökeni olmaya kararlıysan, aferin sana!

oaydinoaydin@gmail.com

1 Mart 2010 Pazartesi

Yiyin efendiler, yiyin…



Kahvaltı tabağında ne var?

Peynir, zeytin, domates, salatalık, salam ve kızarmış ekmek mi? Yoksa, dibi tutmuş koskoca bir yalan mı?

Hepsi birden.

Peki yalan yenir mi?

Yenir.

Memlekette gözü aç, beyni aç, ruhu aç ‘sanatçı’ bu kadar bolsa yenir!

Hem de kızarmış ekmeğin, salatalığın, peynir-zeytinin yanında ‘bir parmak bal’ niyetine!

Dolmabahçe kahvaltılarının ikincisi yapılacak.

Başbakan yardımcısı Hüseyin Çelik’in organize ettiği buluşmanın listeleri ortalarda uçuşuyor; kimler yok ki?

Hülya Avşar, Yılmaz Erdoğan, Kadir İnanır, Cüneyt Arkın, Necati Şaşmaz, Hale Soygazi, Haldun Dormen, Yıldız Kenter, Ayten Gökçer, Müşfik Kenter, Mesut Uçakan, Sinan Çetin, Kenan İmirzalıoğlu, Kenan Işık, Mahir Günşıray, Uğur Yücel, Derviş Zaim, Osman Sınav, Özgü Sırrı Süreyya Önder, Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın, Ferzan Özpetek, Özcan Deniz ve Lale Mansur.

Nasıl liste?

İçlerinde, Hülya Avşar hanımefendi gibi Başbakana ilan-ı aşk eden de var, dinci cemaat ve örgütlerle aşık atan da, uluslararası ödüller alan ‘yalnız ülke’ çocukları da, adı bin yıldır sağcıya çıkmış duayenler de, Fettullah müritleri de, aklı evvel kent komikleri de, açılımdan açılıma koşanı da!

Bu insanlarla ne konuşulacak?

“Merhaba hoş geldiniz, nasılsınız”, “Hürmetler ederim efendim, zat-ı alinizi sormalı”

Aranızdan el-etek öpenler de çıkacaktır!

Sonra ne olacak?

O sofraya, kucak kucak dosyalar taşısan ne olur?

Şimdiye kadar bu sözde paketle ilgili İçişleri Bakanı onlarca görüşme yaptı; kimin söyledikleri, önerdikleri karşılık bulmuş ki, seninkiler bulsun?

Kaç ay geçti üstünden, elle tutulur gözle görülür tek sonuç var mı?

Anlamamak için ‘çok aç’ olmak gerekiyor galiba!

Bırakalım olup biten tüm alavereyi-dalavereyi, ortada “taş atıyor” diye ceza evlerine konulan kaç çocuk var, biliyor musun?

Bu çocukların ağır ceza mahkemelerinde, 10-17 yıl ceza istemeleriyle yargılandığından haberin var mı?

Kürtçe şarkı söyledi diye, barış, eşitlik ve özgürlük istemlerini dile getirdi diye, hakkında davalar açılan kaç yurttaş, kaç sanatçı var?

Kaç Kürt yoksulunun evine kardeş acısı, evlat acısı, vatan acısı düştü düşüyor?

Şu son üç ayda, kaç Kürt Belediye Başkanı, siyasetçisi tutuklandı, kelepçelendi, sorgusuz sualsiz cezaevlerine konuldu?

Bak nasıl da kalkınıyor Güneydoğu, ceza evleri ağzına kadar dolu!

Korucular ağa, binlerce cinayetin faili çete başları da, ‘yetkili’ kılınıyor.

Bölgede cirit atan tarikatların sırtları sıvazlanıp, kasaları dolduruluyor.

Camilerde şer nutukları çekilip, fetvalar veriliyor.

Eğer gerçek bu değilse, Fatma Girik, Ferhat Tunç, Tarık Akan, Rutkay Aziz, Ferhan Şensoy, Orhan Aydın, Yılmaz Onay, Metin Coşkun, Bedri Baykam, Nejat Yavaşoğulları, Cahit Berkay, Semir Aslanyürek, Nuri Gökaşan, Ender Yiğit ve onlarca sanatçı arkadaşımızla birlikte, büyük bir hayal görüyoruz!

“Çağrılsaydım da gitmezdim, ağlayan bir ekonomi var, sokaklarda perişan edilmiş Tekel işçileri var, hiçbir sorunu teğet geçemem.” diyor Fatma Girik.

En can alıcı gerçeği Ferhat Tunç dile getiriyor.

“Kendi ülkemde nasıl bir dışlanmışlık, bir faşizanlıkla karşı karşıya bulunduğumu ifade etmek durumundayım. 30 yıla varacak olan sanat hayatımın neredeyse bütünü, bu ülkede baskı ve yasaklarla mücadele içinde geçti. Bu yasakların özellikle son 7 yıllık AKP Hükümeti döneminde katlanarak devam ettiğini söylemem gerekiyor. Kürt coğrafyasında görülmedik bir baskı ve terör rejimi yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Kürt halkının seçilmiş belediye başkanları ve siyasi temsilcileri ardı ardına kelepçelenerek tutuklanıyor ve Kürt çocukları panzerlere taş attıkları iddiasıyla onlarca yıl hapisle yargılanmak üzere tutuklanıp cezaevlerine tıkılıyorlar. Öte yandan Kürtçe şarkı söyleyen sanatçılara yönelikte yeni bir saldırı furyasıyla karşı karşıya bulunuyoruz. KCK operasyonu kapsamında sırf şarkı söylediği için tutuklanan Diyarbakırlı Şeyda Perinçek hala cezaevinde bulunuyor. Yine son bir ay içinde önce Kürt sanatçı İbrahim Rojhılat ve ardından Rojda, söyledikleri Kürtçe şarkılar yüzünden gözaltına alındılar. Benim hakkımda devam eden davalara yenileri ekleniyor”

Al sana ‘Demokratik açılım’ paketinden ortalığa saçılanlar, nasıl beğendi mi?

Yetmedi mi?

Yokluğu görme, yoksulluğu görme, yolsuzluğu görme, işsizliği görme, yargı üstünde dönen pis dolapları görme, sanat düşmanlığını görme, her tür istismarı, ayrımcılığı görme, sahteciliği görme, hak ihlallerini görme, ülkenin talan edilmesini, varlıklarının yağmalanmasını, değerlerinin ayak altına alınmasını görme; otur kocaman bir yalana eşlik et.

Yeniden sormak istiyorum.

Kahvaltı tabağında ne var?

Peynir, zeytin, domates, salatalık, salam ve kızarmış ekmek mi? Yoksa, dibi tutmuş koskoca bir yalan mı?

Ne diyelim; “Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner, bugün çatırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak.

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin.
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”


oaydinoaydin@gmail.com.