28 Şubat 2011 Pazartesi

Çalım…

Korku yürekleri kuşatınca, suskunluk erdem olmaya başladı.

Toplumca susuyor, olanları siyah-beyaz bir film gibi izliyor, işin içinden sıyrılıp çıkacak güçle olan bağlarımız olmayınca da kendimize bile çalım atıyoruz.

Bu günler hayata çalım atma günleri olsa gerek!

Böylelikle kurtulmuş oluyoruz üstümüze taşan dertten-tasadan ve böylelikle rahatlıyor-huzura eriyoruz!

Yaşamlarımızdaki her sorun, anlık sürelerle gündemimize geliyor ve geldiği gibi ötelenip gidiyor.

Ama bunu sanatla yapmaya kalkınca, ‘kıvırıp-bükmek’ zorunda kalıyorsunuz.

Şiir yazayım dersiniz sözcük uyduramazsınız, resim yapayım dersiniz boya kusar, öykü yazayım dersiniz kurgu şaşar, film çekeyim dersiniz elinizde kalır, heykel yontayım dersiniz taş küser, dans dersiniz adımlarınız karışır, müzik dersiniz gırtlağınız kurur, tiyatro dersiniz nefesiniz tıkanır.

Sözün kısası, söyleyecek sözünüz yoksa aklınız büzüşüp kalakalıyor!

Ülkedeki sanat alanlarının tıkanıklığı, üretimlerindeki yavanlığı, sıradanlığı, örgütsüzlüğü için onlarca neden varsa, ilki bu olsa gerek.

Kendi aklımızın esir edilmesini sineye çekmiş durumdayız!

Buradan çıkışın elbet onlarca yolu var.

Ancak aklını ortaklaştırmamış hangi birey güçlü olabilir, tek başına hangi birey, hem kendinde hem toplumda oluşan korkuyu delip geçebilir?

“Ucube” tartışmasında yaşananlar en canlı örnekleme olsa gerek.

Uluslararası saygınlığı olan bir yaratıcının anıt çalışması üzerine yapılan hakaret ve saldırılar ortada tüm çıplaklığıyla dururken, sanat alanlarından toplu bir karşı çıkışın örgütlenmemiş olması ve işin yargıya havale edilerek çözüm beklentisinin oluşturulması başkaca nasıl açıklanabilir?

“Sözümüzü söyledik gerisi sistemin işi bekleyip göreceğiz’ deyip köşelerimize çekilecek miyiz yoksa bu gerici kalkışmaya birlikte yanıt oluşturmak için, korku duvarını delip geçecek miyiz?

İlkinde, bir ‘hayır’ olmadığı ortada.

Adamlar dediklerini yapma konusunda kararlı bir irade gösteriyorlar.

Birlikte izliyoruz.

Kurullar toplanıyor, belediye meclislerinde oylanıp kararlar alıyor ve padişah buyruğunu yerine getirmek için kılıflar dikiliyor, anıtın kesilip-parçalanmasından dem vuruluyor.

O çok güvenilen ‘adalet’ içinse gülüp geçiyorum!

Hangi adalet, kimin adaleti, ya da daha açık soralım hangi yargı, kimin yargısı?

Adam ferman vermiş, görmüyor muyuz?

İkincisinde ise bu ülkenin tüm alanları için ‘hayır’ var.

Birileri bu memlekette at oynatmanın o kadar da kolay olmadığını anlamalı.

Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin geçtiğimiz hafta bu mesele üstüne yaptığı panelin sonunda söylediklerimi burada tekrar etmek istiyorum.

“Korkunun hiç kimseye faydası yok. Gerçekleri hayatlarımızdan ötelemek önce kendimize çalım atmaktır. Boyun eğmeyen insan korkmayan insandır; gelin boyun eğmediğimizi gösterelim, Kars’a gidelim ve anıta sahip çıktığımızı tüm dünyaya duyuralım.”

Panel katılımcıları içindeki Fazıl Say’ın “Bu gerici kalkışmaya karşı bir yanıt oluşturmak sanatın ve sanatçının görevidir. Bunun için buradayım” demesi de korku duvarının bezden bir perde olmaktan öte olmadığının asıl göstergesi olsa gerek.

İşaret edilen bu siyah perde yırtılmayı, parçalanıp yok edilmeyi bekliyor.

Biz ise yalnızca konuşuyor, sözü eyleme dönüştürmekten kendimizi öteliyor, söylediklerimize birlikte çalım atıyoruz.

oaydinoaydin@gmail.com

21 Şubat 2011 Pazartesi

Boyun eğmeyen…

Bugünlerde, dünde kalmış oyun şarkıları düşmüyor dilimden.

TV ve gazete haberlerini görüp, yaşanan hayat işkenceye döndükçe bir ıslıktır çoğalıyor sesim.

12 Mart ve 12 Eylül süreçlerindeki gözaltılar-tutuklamalar ve katliamlarda da benzer şarkılar yapışmıştı dilime.

Gün gibi anımsıyorum, o zamanlar bu şarkılar meydanlarda da söylenirdi.

Tiyatro oyunları için yapılmış şarkıların, emekçilerin-devrimcilerin diline dolanması şimdilerde olası değil.

Ne sahnelerimizde o tür oyunlar var nede o oyunlara sahip çıkanlar ortada!

Bertolt Brecht’in Gorki’den oyunlaştırdığı ANA oyunundan söz ediyorum.

Ankara Sanat Tiyatrosu’nun kapısının önünde başlayan kuyrukların uzayıp gittiği yıllar, o şarkılar gibi tarih oldular.

Tiyatro gişesinin iki emektarı Tekin Ağabeyle Esma Ablamın kulakları çınlasın. Aylık biletler çıktığının haftasına tükenir, ek seanslar konurdu.

Oyuncu arkadaşlarım repo gününü iple çekerlerdi.

Pazartesi dışında her gün sahnedesiniz. Çarşamba matine-suare, Cumartesi de öyle. Hele birde Çocuk oyununda da oynuyorsanız yandı keten helva.

Dışarıda hayat cıvıl cıvıl.

Üniversiteler ayakta, işçiler grevde-direnişte, kentlerden eşitlik-özgürlük ve barış için kavga sesleri yükseliyor.

Anadolu bin bir çiçekli bir meydan. Halaya durmuş, işçi-köylü-gençlik.

Her gün gözaltılar, işkence haberleri, yasaklamalar, sansürler, gazeteci tutuklamalar, yazarları-çizerleri cezaevlerine atmalar, mahkemeleşmeler, adı ‘faşist’e çıkmış savcılar-yargıçlar, faili belli cinayetler, sokak ortasında eli silahlı caniler.

Tank paletleri ezan sesleri ile sokakları kuşatmış.

“Frukolar” adım başı arama-tarama yapıyor, keyfi gözaltılar, işkence ve katliam haberleri gazetelerin birinci sayfalarını donatıyor.

Bizim dilimizde ise hep aynı şarkı çoğalıyordu.
“Gardiyanları ve yargıçları ve savcıları
hepsi halka karşıdır.
Kanunları, yönetmelikleri, bütün kararları
hepsi halka karşıdır.
Dergileri, gazeteleri, bütün yayınları
hepsi halka karşıdır.

Bunların hiçbiri onları kurtaramayacak,
durduramayacaklar halkın coşkun akan selini

Panzerleri, kelepçeleri, bütün silahları
hepsi halka karşıdır.
Zindanları, tutukevleri, işkence evleri
hepsi halka karşıdır.
Borsaları ve şirketleri ve iktidarları
hepsi halka karşıdır.

Bunların hiçbiri onları kurtaramayacak,
durduramayacaklar halkın coşkun akan selini.”
Tıpkı AST sahnesinde kapalı gişe oynayan ANA oyununda söylendiği gibi başlar dik, beden isyanda ve yatağına sığmayan deli bir ırmak gibi coşkun.
Sarper Özhan bestesi bu şarkıyı, kaç insanımız anımsıyor şimdi?
Hayatı umuda dönüştürmek için gerçeklerin en yüksek sesle haykırılmasına gereksinme duyan ve zorbalığa, gericiliğe, faşizme direnecek kaç insanımız var şimdi?
Kaç insanımız onuru için kavgaya hazır?
Kaç insanımız işi-aşı-geleceği ve ülkesi için direniyor?
Kaç insanımız var teslim alınamamış?
Kaç insanımız var boyun eğmeyecek olan?
oaydinoaydin@gmail.com

14 Şubat 2011 Pazartesi

Torbacı…

Haydi, gözümüz aydın.

Torbaydı çuvaldı derken, artık ‘nur topu gibi’ yeni yasalarımız var.

Tüm toplum olarak tepe tepe kullanacağız!

Çalışma yaşamımızı alt-üst edecek düzenlemelerin getirileri üstüne yazılanlar, alanlarda söylenenler AKP’nin umurunda olmadı.

Emek örgütlerinin haklı taleplerinin önü, panzerlerle, coplarla, tazyikli sularla, biber gazları ile olabilecek en düşmanca biçimde kesildi.

Zaten sendikal örgütlenmelerden DİSK ve KESK dışında diğer yapılardan ses çıkmadı.

TÜRK-İŞ kendi tarihinin en teslimiyetçi günlerini yaşıyor.

HAK-İŞ denen AKP sendikacılığı ise neredeyse zil takıp oynayacak!

Bu tarihi utanmazlığın gün gelir hesabı sorulur mu?

Söz konusu yandaş sendikaların bünyelerinde yer alan işçilerin sus-pus olmalarının nedeni bir çıkar ummaktan mı ibarettir, yoksa ‘padişah’ korkusuna esir mi düşülmüştür? Bunu birlikte göreceğiz.

Yasa mecliste görüşülürken, alanlara çıkan insanlığın sanatçılar tarafından yalnız bırakılması ise asıl sorundur.

KESK üyesi Kültür Sanat Emekçileri Sendikası ile DİSK üyesi Sinema Emekçileri Sendikası dışında hiçbir sanat örgütünden tek ses çıkmamıştır!

Bu durum, ‘sanat alanlarının haksızlıklara, faşist dayatmalara karşı direnme geleneği yok’ deyip geçiştirilecek bir mesele olmaktan ötedir.

Ülke sanat alanları, aklını yitirme boyutuna varan bir seviyede suskunlaştırılmış-teslim alınmış ve yalnızlaştırılarak, bir kaos ortamına itelenmişse, burada sanatçıların sorumluluğunun olmadığını savlamak saf dillik olur.

Bunda Dolmabahçe tıkınmalarında bağdaş kuranların, ellerine mikrofon-ekran olanağı geçtiğinde ‘padişah efendiye’ övgü dizenlerin, AKP uygulamalarına saygı-sevgi-hürmet arz edenlerin payı, sanıldığından da büyüktür.

Evet, yinelemek gerekiyor. ‘Bir kısım sanat adamının’ aklı sistem tarafından devşirilmiş durumdadır.

Tiyatro-sinema-resim-müzik ve yazın dünyası içinden onlarca isim, cemaat kapılarında el açmış ve secdeye varmak için fetva bekler olmuşlar.

Bu isimleri tek tek deşifre edip, ’kula kulluk etmenin’ onursuzluğu üstüne ahkâm kesmek niyetinde değilim, ancak gerçek ortadadır.

AKP sanat alanlarında yapmak istediğini yapmış yarılmayı gerçekleştirmiştir!

Arkadaşlarım ‘paranın gözü kör olsun’ diyorlar, bense ‘cahilliğin iki gözü de aksın’ diyorum.

Bu bahis açılınca, geçmiş düşüyor aklıma.

Önce 68 baharındaki bağımsızlık tutkusunun sanat alanlarınca sevinçle kucaklanması, sonra 77-78’li yılların eşitlik ve özgürlük çağrısına uzatılan eller.

Sanat tüm alanlarıyla emekçilerin, çalışanların, işsizlerin, yoksulların, işsizlerin koluna girmiş-saf olmuş, ülke onuru için kavgaya atılmış; grevlerde, alanlarda, gençlik eylemlerinde halkının yanında yer almayı bir görev saymıştı.

Sahnelerde üretilen oyunlar, sinemada çekilen filmler, yapılan resimler, bestelenen şarkılar, yazılan romanlar-öyküler-şiirler aynı ırmağın içinde birlikte akmayı becerebildiler.

Sistem, her iki dönemde de tüm baskılara-gözaltılara-işkencelere karşın, sanatı ve sanatçıyı devşirmeyi bu denli becerememişti.

Şimdiki kadar kolay aldatılıp suskunlaştırılan bir süreç, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleri dönemlerinde de yaşanmadı.

Yasaklanan oyunlar, kapılarına kilit vurulan tiyatrolar, sansürlenen-yakılan filimler, basılan kültür merkezleri, yasaklanan kitaplar, hapislere atılan sanatçılara rağmen, tüm alanlar direnmenin erdemini birlikte yaşadılar.

Ya şimdi.

Ellerimizde yükseltmemiz gereken örgütlerimizin bile, altını oymaya çabalıyoruz!

Uyduruk birkaç kara akla, ‘çıkar hesapları yaparak’ kendi geleceğimizi karartıyoruz.

Sanat alanlarının içinde elini kolunu sallayarak dolaşan ve her önüne gelene globalleşme aklını satmaya çabalayan liberallere karşın, gerçekliğimizi görmezlikten gelmek, cehaletimizin sonucu değil ise nedir?

Şu ‘torba yasa’ denen çuval başımıza geçirilmek üzereyken, AKP’ye karşı direnen emekçilerin yanında olmamak, içimizdeki gerici-liberal ittifakının başarısı olsa gerek!

Dünya işçi ve emek örgütleri ile bu örgütlere üye sanat örgütleri bizler için ayağa kalkıp, AKP ve yandaşlarına, “çalışma yasalarını İLO (Uluslararası Çalışma Örgütü) sözleşmesine uyumlu hale getirin” çağrısını yaparken bile suskun kalmış olmanın, başkaca tanımlaması olmasa gerek.

DİSK tarafından paylaşılan ve ülkemiz işçileri-emekçileri ile dayanışma içinde olduklarını belirterek AKP hükümetini uyaran ülkelerin içinde, Cezayir, Arjantin, Avustralya, Bahamalar, Avusturya, Barbados, Belarus, Hong Kong, Belçika, Bosna Hersek, Botswana, Brezilya, Bulgaristan, Kamerun, Kanada, Şili, Kongo, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, İspanya, Etiyopya, Malezya, Finlandiya, İsveç, İsviçre, Malta, Fransa, Almanya, Gana, Yunanistan, Guyana, İzlanda, Macaristan, Endonezya, İran, Irak, İrlanda, İsrail, İtalya, Japonya, Kazakistan, Kore, Lübnan, Lüksemburg, Meksika, Nepal, Hollanda, Yeni Zelanda, Nijerya, Norveç, Umman, Pakistan, Peru, Filipinler, Polonya, Portekiz, Rusya, Sırbistan, Slovenya, Güney Afrika Cumhuriyeti, İspanya, Sri Lanka, İsveç, İsviçre, Tayvan, Trinidad Tobago, İngiltere, ABD, Uganda, Ukrayna, Uruguay var.

DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün’ün “Haritada yerini bile bilmediğimiz ülkelerden destek gelmesi ne kadar sevindiriciyse, kendi ülkemizin uluslararası sözleşmeler karşısında sağır ve dilsiz kalması da o kadar üzücüdür” açıklaması, kimin aklını başına devşirir dersiniz?

Ne diyelim, bir torbacıya esir düşmek tam da bu olsa gerek.

oaydinoaydin@gmail.com

7 Şubat 2011 Pazartesi

Susun, sakın konuşmayın sakın…

“Cahil cesareti” denilen sıradanlık, akıl almaz işlere imza atmaya başladı.

“Ucube” tartışmasıyla başlayıp gelinen nokta, artık tüm tarafların kılıçlarını çektiği bir zeminde restleşmeye kadar vardırıldı.

Etik-hukuk ayaklar altına alınıyor.

Padişah’ın buyruğu bir an önce yerine getirilsin diye yenilmedik halt kalmadı!

Kars belediye meclisi, AKP-MHP ittifakının oy çokluğu ile anıtı ‘keserek yıkma’ kararı aldı.

Kültür Bakanı’nın minderden kaçıp af dileyişi ise, hayli zaman oluyor!

Anıtın yaratıcısı Mehmet Aksoy’un ve sanat alanlarından onlarca insanın söylediklerinin hiçbir değeri olmadığı anlaşılıyor.

Dolmabahçe tıkınmalarında ‘sanatçıyı’ karşısına dizip, “bizim için sizlerin söyleyecekleri önemlidir” diyen Padişah, hayata kulağını tıkayarak aklına geleni yapmakta ve inatlaşmayı sonuna kadar sürdürmekte kararlı görülüyor.

Çok biliyor!

Çok biliyorlar.

Ekranlar en büyük silahları, yazılı basın da öyle, radyoları da öyle.

Gün 24 saat sanat, sanatçı düşmanlığı yapıyorlar.

Tüm yandaşların, ırkçı-dinci tecavüzcülerin ve tecavüzcü sevicilerin Defne Joy Foster’ın arkasından yazdıkları, söyledikleri insan olanı utandırır!

Şu Hıncal Uluç denen zat, her konuda ahkâm kesen bir kapı kulu olduğundan beri insanlıktan da vazgeçti.

Beyefendi de utanma-arlanma yok.

Elindeki kalemden kan damlıyor!

AKM konusunda nasıl kırk takla atıp “yıkılmalı” diyerek Padişah’a övgüler dizdi ise, “yeni İstanbul” yalanına dört elle sarılıp “vallaha kardeşim ben de şaşırdım” deyip çürük kabak gibi gülücükler saçtıysa, Defne için de aynı sıradanlığı kustu.

Bu efendi için yazılanları okuduğumda, “su testisi” akla sahip olanın bizzat kendisi olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasına, hiç şaşırmadım!

Defne üstünden çağdaş insan yaşamına dil uzatıp, bunu ‘laik’ düşünce ile ilişkilendiren dinci yobazların adlarını anmaya bile değmez.

Ya ‘Kütahyalı’ denen şakşakçıya ne demeli?

Müjdat Gezen; Türkiye Tiyatrosuna 50 yılını vermiş, sonsuz sayıda üretime imza atmış, yüzlerce tiyatro insanı yetiştirmiş, düşünceleri uğruna hapislere atılmış, erdemli bir sanat adamı gibi gördüğü gerçekleri söylemekten hiç geri durmamış, saygın bir yaratıcıdır.

Arena programında, “AKP bence az oy aldı, Aziz Nesin’e göre %60 oy almalıydı” dedi.

Vay sen misin bunu diyen, AKP ve işbirlikçileri ayağa kalktılar.

Arsızlığın, utanmazlığın en büyüğünü ‘Kütahyalı’ denen yardakçı yaptı.

Canlı yayında ‘Sen kimsin Müjdat’ diye bağırıyor!

Bir faşist’in kendi kimliğini gizleyerek, bir başkasına ‘faşist’ diye seslenme becerisi de bu ırkçıya ait.

Aynı gece Müjdat Gezen ölüm tehditlerine, küfürlere, hakaretlere varan telefonlar, iletiler almaya başlıyor.

Provokatörler işlerini başarmışa benziyor ki, AKP li çapulcu sürüsü, Müjdat hocaya ait okulu basmaya, cam-çerçeve indirmeye yelteniyorlar.

Bütün bunlar, birileri tarafından da “aman mesele daha fazla büyümesin” deyip hayatımızdan ötelenmeye çalışılıyor!

Korkuluyor.

Cahil cesaretinden korkuluyor.

İnsanlarımız hedef gösteriliyor, canlarına kasta varan saldırılar düzenleniyor sanat alanlarından ses yok.

Eh yani bu kadarına da pes be hanımlar beyler.

“Aman etliye sütlüye bulaşmayalım-Bize dokunmayan yılan bin yaşasın-Şimdilik işimiz iş” deniliyor.

Utanma eşiğini çoktan aşmışız bu belli, ama korkak tavşanlar gibi yokuş aşağı kaçarak, bir çalı dibine sinip susacak mısın?

Evet susacaksın.

Elinde sopalar-taşlar, ağızlarında bin küfürle bir sanat okulunun kapısına dayanan dinci kalkışmacılara, Padişah “ucube” dedi diye bir anıt yıkılmak üzereyken olup-bitene ve insanlarımızın özgür yaşamlarına dil uzatıldığında, sustuğuna-göz yumduğuna göre, susacaksın.

Ne diyelim, kaç-sin-pus ve sus, susabildiğin kadar sus, aman ha konuşma!

Müjdat Gezen gibi, ülkesi ve ülkesinin geleceği için konuşanlar, düşüncelerini korkmadan söyleyenler var nasıl olsa.

“Size başbakan sofrasında yemek yiyip "haklısınız efendim" diyen sanatçılar mı lazım? Ben onlardan değilim.

Size popo yalayıcı, suya sabuna dokunmayan "siz bilirsiniz efendim" diyen sanatçılar mı lazım? Ben onlardan değilim.

Size korkak ürkek "aman parama dokunmayın" diyen sanatçılar mı lazım? Ben o değilim.

Size muhalefet etmeyen, el etek öpen, "padişahım çok yaşa" diyen sanatçılar mı lazım? O ben değilim.

Ben, kendini bildi bileli fikirlerini açıkça söylemekten korkmayan, dümdüz biriyim.

Yaptıklarımı, söylediklerimi herkesin beğenmesini istemem.

Neden bir hırsız, bir üçkâğıtçı, bir yağcı, bir sahtekâr benim yaptıklarımı beğenecekmiş?

Herkesi mutlu etmek gibi bir niyetim hiç olmadı. Söylediklerimden mutlu olmayanlar dönüp kendilerine bakacaklar. "Bu adam ne dedi de biz kızdık?" diyecekler.”

oaydinoaydin@gmail.com