30 Ağustos 2010 Pazartesi

Umut…

Kültürel kolları budanmış, sanatsal kanalları tıkanmış toplum, gözlerimizin önünde gericileştiriliyor.

Meydanlardan yükselen ‘evet’ naralarına eşlik eden çoğul, bunun en canlı örneği.

Toplumsal değerlerin üstünde tepinen ve yalan üstüne yalan söylenerek işletilen süreç, o kara güne doğru çoktan evrilmiş durumda.

Kirli siyaset, yalanın padişahlığını ilan etmeye hazırlanıyor.

Bir ülke düşünün ki açları, işsizleri yalana inanıyor.

Yoksul köylüleri, borç batağına gömülmüş üreticileri, artık yok edilmiş-tüketilmiş esnafı, üç kuruş maaşa devlet kapısında didinen yurttaşları, fabrika avlularında her gün işsiz kalma korkusu yaşayan örgütsüz işçileri, Üniversitelerde gelecek karanlık günleri görmeyen gençleri, bilim adamlığını ayaklar altına alan sistem kuyrukçuları, kariyerleri için gericiliğin yanında saf tutan oyuncuları, Nobel güzellemeli romancıları, yardakçı köşe yazarları, adı emlak zenginine çıkmış yönetmenleri, tafa-tefe balerin eskileri, arabesk kralları-kraliçeleri ve Soros fonuyla siyaset yapan aymazları hep birlikte bu büyük yalana inanıyorlar...

Tıpkı Adnan Menderes’e inandıkları gibi, tıpkı Erbakan’a, tıpkı Kenan Evren’e inandıkları gibi, tıpkı Özal’a, Yılmaz’a, Çiller’e, CHP ve MHP’nin sistem bekçilerine inandıkları gibi inanıyorlar.

En yüksek sesle bağırmak istiyorum.

Bu toplum, ar damarı olan kültürel ve sanatsal zenginliğinden koparıldığı kadar çürüyor.

Kirleniyoruz.

Aydınlanmanın, çağdaşlığın, insan olmanın onuru ayaklar altına alınıyor.

Yalanı yenmek için, alanlara çıkıp aynı şeyleri söyleyen insanlar grubu olmaktan çok daha öte yapılacaklar olmalıdır.

Sanatsal zenginliğimizi, kültürel renklerimizi yeniden keşfetmeliyiz ve onu yoksulluğun evinde aş, işsizliğin bağrında umut, alanda kavga yoldaşı yapmanın yollarını oluşturmalıyız.

29 Ağustos’ta Kadıköy İskele Meydanında yaşadığım çoğul, kendi içindeki dar kapıları yıkıp parçaladığında, ortaklaşmanın erdemini sımsıkı kavrayıp tek yumruk halinde doğrulduğunda ve elbette sanatın devrimci gücünün farkına vardığında, kazanan bu ülkenin emekçileri olacaktır.

Hava gibi, su gibi gereksinmemiz olan şey budur.

oaydinoaydin@gmail.com

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Kıskaç…

Ülke, evet-hayır ikilemine kilitlenmişken, aşağıda okuyacağınız yazı sizler için ne ifade eder fazla kestiremiyorum ama, AKP sistemi ele geçirme operasyonuna sanat alanlarında da son noktayı koymak üzere.

Kültür Bakanı, tiyatro, opera, bale ve senfoniyi ‘hizaya getirme’ çalışmasının içeriğini kamuoyuyla paylaştı ve yaklaşık iki yıldır seslendirdiklerimiz, tek tek ortaya çıkmaya başladı.

“Bankamatik sanatçılığını önlemeye çalışıyoruz. Çünkü 40 yaşından sonra hatta 35’ten sonra sahnede zorlanıyorlar. 35’ten 65’e kadar 30 sene çalışmadan maaş ödüyoruz” kılıfı ile yürütülen çalışma, kurumların ve sanatçıların geleceği konusundaki AKP tasarrufunu net biçimde açıklıyor.

”Her iki kurumun mevcut kadrolu sanatçılarının teşvik ücretleri ‘performans’ üzerinden değerlendirilecek ve oynadıkları oyun kadar teşvik alacaklar. Süren oyunlardaki sanatçılarla sözleşmeler her yıl yenilenecek ve oyunlarda görevi olmayan sanatçılarla sözleşmeler yapılmayacak”

Anlaşılacağı üzere, Devlet Tiyatrolarında, opera, bale ve senfonide çalışan sanatçı arkadaşlarım hem mezarda emekliliğe hem ömür boyu seçtiği alanda üretemeden yaşamaya mahkum ediliyorlar.

Öyle ya, söz konusu prodüksiyonlarda görevin yoksa maaş yok, sigorta yok, mesleği yapma-üretme hakkın ve hiçbir sosyal güvencen yok.

Yani, ne halin varsa gör!

Ne diyor bakan bey, “35’ten sonra, otuz yıl çalışmadan maaş veriyoruz.”

Bu sözler sanatçılar için hakaret içerir.

Hangi sanatsal yaratıcı, 35 yaşından sonra çalışamaz-üretemez-yazamaz-oynayamaz-beste yapamaz-çalamaz-söyleyemez olur?

Bu durum bir tek bale alanındaki arkadaşlarım için geçerledir. Ancak, onların da ömür boyu dans edenleri, ustalıklarıyla örnek olanları ve reji yaparak katkı sunanları halen çalışmalarını sürdürüyorlar.

Görüldüğü gibi, bir iki sıradan örnek genelleştirilip, kurumları en geri koşullara itmek için gerekçeler oluşturulmuş!

Şimdi, fazlaca kafa karışıklığına neden olmadan, buradan çıkardığım gerçekliği paylaşmakta yarar var.

AKP sanatçıları, tıpkı Tekel işçilerinde olduğu gibi, 4C yasasının kıskacına almak istemektedir.

“Oyun başı sözleşmeler”, “prodüksiyonlara göre kadrolar” başkaca hiçbir anlam ifade etmez.

Önümüzdeki süreçte, yapılacak prodüksiyonlarda görev alacakların dışında kalan ve mesleklerine bunca yıl emek vermiş olan onlarca sanatçı kapının önüne konacaktır.

Bunların arasında uluslararası kariyer yapmışlar, yetkinler, hocalar bile olsa bu gerçeklik değişmeyecektir.

Bu durum, alanda daralmayı, eriyip yok olmayı getirecek; devletin asli görevleri arasında bulunan “sanatı, sanatçıyı koruma ve sanatı yaygınlaştırma” görevini tırpanlayacak ve insanoğlunun yaşamından; sanatla zenginleşme-gelişme-değişme gibi olmazsa olmazları söküp atacaktır.

Tam da AKP gericiliğine yakışır bir durum!

Dahası var, işlevselliğini yitirecek kurumlar, kurumlardaki sanatçı arkadaşlarımız ‘etiketlenmiş birer mal gibi’ satılığa çıkartılırlarsa, hiç şaşırmayın!

Kurumların kaç para edeceğine karar verilsin yeter. Alıcısı mutlak bulunur. Çıkılır ihaleye ve bu Cumhuriyet kurumları da birilerine peşkeş çekilir.

Eğer 12 Eylül’de AKP anayasasına ‘evet’ çıkarsa bu duruma itiraz etme- yargıya gitme yolları da kapanmış olacak.

Oylanacak o 26 maddenin içinde, “özelleştirmelerin yargı yoluyla durdurulmasının engellenmesi” olduğuna göre, sorun yok!

Bu durumun ipuçlarını bu sayfalardan duyurmuş ve sanat örgütlerini, sanatçı dostlarımızı mücadele etmeye çağırmıştık. “Tekel işçilerinin başındaki 4C belası gün gelecek sanatçı arkadaşlarımızın da başına bela edilecek, bu gün Tekel direnişine seyirci kalanlar yarın, hakları için direnmeye karar verdiklerinde kimlerden destek isteyecekler” demiştik.

Tekel direnişinin yaktığı ateş, önümüzdeki süreçte sanatçılara ne kadar örnek olacak, birlikte yaşayacağız.

Ya teslim olup susacağız ya da özgürlüklerimiz için, sahnelerimizden ve hayatın ta orta yerinden perde açıp direneceğiz.

Eflâtun, “Siyasetle ilgilenmeyen aydınlar, cahiller tarafından yönetilmeye mahkumdur” der.

oaydinoaydin@gmail.com

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Ortaklaşma….

Ülkenin sosyalist solu referandum konusunda deklarasyon yayımlayarak tek ses olma konusunda önemli bir adım attılar.

Halkevleri, EMEP, ÖDP ve TKP 15 Ağustos Pazar günü, sanatçılar, yazarlar, akademisyenler, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ile birlikte SES Tiyatrosu salonundan referandumda neden ‘hayır’ dediklerini ülkeye ve dünyaya duyurdular.

Bu gelişme, ülkemiz sosyalist geleneği açısından önemli bir kazanım olarak tarihteki yerini alacaktır.

İstemim, bu birlikteliğin çoğalarak toplumsal bir güç halinde kendini geliştirmesi ve ülke gerçekliğine el koymasıdır.

Bu süreci birlikte yaşayacağız.

Bu birlikteliğin örülmesi sırasında yaşadığım birkaç bayağı tavrı ise, bu satırların okurlarıyla paylaşmak isterim.

Hayatını solculuk üstüne kurmuş, bu söylemle bezemiş, bu dünyanın musluklarından su içmiş, aşını-ekmeğini yemiş ve “solcu sanatçı” diye anılmış nice aymazın, döneklikte yarışır olduklarını görmek-duymak-işitmek, bin yıllık dostlarına yanıt vermekte zorlanınca ‘faşist’ diyecek kadar sıradanlaşmak, basitleşmek, bayağılaşmak tarihe kalacak belgeler arasında olmalı.

Bir kez daha tanık oldum ki, sanat alanlarındaki gericileşme, sisteme eklenip ‘kapı kulu’ olma, ülkemiz açısından en can alıcı günlerini yaşıyor.

AKP ve Fethullah Gülen seviciliğinde sınır yok!

İş, gericiliğin sofralarında bağdaş kurmadan çok daha önceleri başlamış; satın almakta yetenekli kimi siyasal cambazlar, her tür madrabazlığı yaparak işlerini becerebilmiş!

Oyunculuk sınırları belli, ekranlardan halka trajik gülücükler dağıtan bazı çok bilmişler ilk devşirilenler olmuş; şiirleri AKP tarafından sahiplenilen bildik ‘cezaevi kuşları’ ikinci sıralarda; yazdıkları ‘aşk öyküleri’ ile melankolik gençlerin akıllarını çelme becerisi gösterenlerse üçüncü sırada.

Evet acı ama, gerçek dediğimiz şey zaten can acıtıcı değil midir?

Türkiye sinemasında toplumsal duyarlılığımızı ayakta tutmaya yönelik filmlerde yer alan bir çok oyuncunun, bu gün gericiliğin lafazanı olduklarına tanıklık etmek, zoruna gidiyor insanın.

Dinci olmuş karikatüristleri, romancıları, neredeyse cami avlusunda dilenci olmuş tiyatrocuları, el-etek öpen sinema yönetmenleri, üç kuruşluk kariyerleri için gericiliğe ‘sanat danışmanlığı’ yapanları, ‘Allah ondan razı olsun’ deyip Fethullah’a methiyeler dizen oyuncuları, ‘ben solcuyum’ diye söze başlayıp AKP öven köşe yazarları, iki kuruş maaşla özel okullarında ‘iç edilmiş’ öğretim üyeleri daha da can acıtıcı.

Şimdi ‘yaz şunların isimlerini’ dediğinizi duyar gibiyim.

İnanın değmez.

Utanma-arlanma duygusunu yitirmiş, emekçi halkına karşı sorumluluklarını gericiliğe meze etmiş, çıkarları için kendi akıl zenginliğini bile yemiş-tüketmiş, ülke geleceğini ipotek altına almak isteyen kara akıla destek vermek için kırk takla atmış bir güruhun adlarını yazsak ne olur yazmasak ne olur?

Ancak bilinmesi gereken şudur ki gericileşme, sol sanat alanını aç karnından vurmaya başlamıştır ve bu gidişle ‘liberalizm’ adıyla daha çoook tezgah kurup, vurmaya devam edecektir.

Sosyalistlerin bir güç olarak ortaklaştıkları şu günlerde, işlerinin ne kadar zor olduğunun başkaca bir işareti de bu olsa gerek.

oaydinoaydin@gmail.com

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Çağrı…


Ülke gündemi her gün kılık değiştiriyor.

Meydanlardan birbirlerine çamur atanlar, gerçekleri halktan gizleyip avazları çıktığı kadar bağırıyorlar.

Oysa memleket binmiş bir dört kolluya gidiyor.

Kimin umurunda?

12 Eylül’de, 12 Eylül faşist diktatörlüğünün yıl dönümünde, referandum kıskacına sokulan ‘AKP anayasa paketi’ için susuluyor.

Aynı duyarsızlık sanat alanlarında da yaşanıyor.

Seyirci konumunda öyle bakakalmış izliyoruz!

Yurt ve dünya sorunlarını, kendi sorunu gibi görmeyen bir sanat yaratıcısının ne kendine ne geleceğine hiçbir zenginlik katamayacağı ise açık.

Tarihin sanatçıya yüklediği görev hayatlarımızdan çıkarılmış, küçük sevinçler bulmanın peşine düşülmüş, gününü gün etmenin pervasızlığı içimizi kuşatmış, suskunluk erdem olmuş.

Meydanlardaki yalan büyüdükçe, içimizdeki korku da büyüyor!

“Evet”, “ boykot”, “yetmez ama evet”, “mezardakiler bile kalkıp evet demeli” geriliği, “hayır” diyen insanlığı, neredeyse ‘vatan haini’ ilan ediyor.

Yargı, üstün yetkilerle donatılmış birkaç kara akıllının keyfi uygulamalarına teslim edilmiş, ‘astığı astık, kestiği kestik’ davranıp, Osmanlı kadıları gibi fetvalar veriyor, çoğunluk yine suskun.

Yazılıp çizilen üç beş satır dışında, güçlü bir karşı refleks gelişmiyor.

Yalanı yenecek güc, yalnızca sistem oluklarından beslenen siyasal duruş ve davranış biçimlerinin söylemlerine bırakılmayacak kadar değerliyse, bu koca kara taşın altına ellerimizi koyup, akıllarımızı çoğaltmak için daha bekliyoruz?

İçimizi kuşatmış ‘korku’ mudur bizi dizginleyen, yoksa teslim alınmış, tutsak edilmiş, özgürlüklerimize ket vurulmuş bir sıradanlığın içinde miyiz?

Sanat alanlarının ortak duyarlılığını açığa çıkarmak için, ‘gökten zembille inecek inayetler’ beklemenin hiçbirimize hiçbir yarar sağlamayacağı açık değil mi?

“12 Eylül’de 12 Eylül faşist diktatörlüğü’nün Anayasasını daha da sağlam temellere oturtarak kendi geleceklerini kurtarma, ülkeyi içinden çıkılamayacak kaoslara sürüklemeye hazırlanıldığı” gerçeğini dillendirmek, yetersiz bir yola çıkış mıdır?

“Bu maddelerin hiç birinde 12 Eylül ile hesaplaşma, faşist generalleri yargının önüne çıkarma istemi yoktur” saptaması, bizi ne kadar ilgilendiriyor?

Katil koruyucusu-besleyicisi bir ülke olmanın, o ülkenin bir yurttaşı olmanın utancını daha ne kadar gizlemek durumundayız?

Hukuk üstünde, ‘keyfi tepinmelerin kapısının sonuna kadar açılacak’ olmasının, ‘çok hukuklu’ sisteme doğru dört nala koşulmasının bize değen hiçbir yanı yok mudur?

Çalışma hayatımızdaki kara deliğin bir cehennem kabusuna dönüştürülmesi demek olan, “sendikal hakların tamamen tırpanlanması” ülke geleceğinin teslim alınması anlamı taşıdığı nasıl bilinmez?

Eğer siyasal tarihimizin bu en karanlık, en aymaz, en düzenbaz, hak gasp edici, çıkarcı, hilekar, yandaş kayırıcı, yiyici, hilebaz, tarikat ve cemaatçi, dinci-gerici-, ırkçı, işbirlikçi, madrabaz, sanat düşmanı iktidarından kurtulmak istiyor ve ülkemizi aydınlık, çağdaş demokratik, barış, eşitlik, kardeşlik özgürlük içinde bir geleceğe kavuşturmak için sanat üretiyorsak, artık suskunluğumuzu, korkaklığımızı kendi ellerimizle tarihin çöplüğüne süpürmeli ve gerçekliğimizle yüzleşmeliyiz.

Hayat bir kez daha, ülkenin gerçek aydınını, yurtseverini, sanatçısını bu gerici-liboş ittifakına karşı göreve çağırıyor.

Referandum günü, ülkenin en karanlık günlerinden biri olan 12 Eylül günüdür.

O gün, hem 12 Eylül faşizmine, hem ondan beslenip, güç toplamış ve ülkenin başına bela olmuş AKP karanlığına ‘HAYIR’ demek, onurlu ülkenin onurlu insanlarına yüklenmiş bir sorumluluk olarak algılanmalıdır.



oaydinoaydin@gmail.com
Yaşamak güzel şey…

Dingin bir kıyıdan, kent kalabalığının içine böyle birden bire düşünce, insan aklı da tıpkı kent gibi kalabalıklaşıyor.

Ama, yaz ortasında yıldızların altında kurulan bir sahnede Nâzım’ı insanlıkla buluşturunca iç sıkıntılarım eridi, yüreğimin ritmi değişti.

Elleri hayatın sözcüklerine dokununca, tazeleniyor insan.

Nâzım ustanın yaşam kavgasına kattığı en büyük zenginliklerden biri de bu olsa gerek.

Değişiveriyorsunuz.

Ansızın tüm bedeninizi yaşam sevinci kuşatıyor.

31 Temmuz Gecesi Kadıköy Özgürlük Parkı’nda salonu dolduran izleyenlerimiz, yüreklerini Nâzım’la buluşturdukları için mutluyum.

Oyun sonunda salondan taşan coşku, bunca kirlenmeye karşı direnen, yenilmeyen ve ayakta kalmak için ortaklaşan insanlığın coşkusuydu.

Nâzım Oyuncuları ve Yaşamak güzel şey be kardeşim oyunu yoluna devam edecek ve içinden geçtiğimiz şu karmaşık süreçte, kendi üzerine düşeni yapmaya çalışacak.

Yurdun dört bir yanından bizleri bekleyen Nâzım dostlarından ve seyircilerimizden aldığımız iletiler yüzümüzü gülümsetiyor.

Dostlarımız bilsinler, önümüzdeki sezon, sahnesi olan her noktada perde açmaya çabalayacağız.

15 gösterimlik bir Avrupa turnesi için de çalışmalarımız son aşamasında.

Bunca yıllık tiyatro yaşamımın en güzel yılları geride kaldı demeyeceğim ama, doğrusu Anadolu yollarında kent kent, kasaba kasaba, köy köy dolaşıp buluştuğumuz seyircilere özlemim var.

Cami avlularında, okul bahçelerinde kurulan sahnelerden merhabalaştığımız insanlığın, henüz tükenmediğini, tüketilemeyeceğini biliyorum.

Elbette dün bu gün değil.

Ancak Maraş’ın Pazarcık ovasında traktör römorklarının üstüne kurulu sahnelerden oyunlarımızı izleyen köylü kardeşlerimin şen sesleri, daha dün gibi.

Bu güzel yurdun dört bir yanında meydanlarda, kendi kurduğumuz sahnelerde buluştuğumuz gençlik, el ele tutuşup bize polisten gizleyen işçiler, fabrika avluları, grev çadırları önlerindeki halaylar ve o halaylara omuz vermiş olmak, yüreğimi titretiyor.

Sanatın değiştirici, akıl açıcı, yaşamaya dair mücadele etmek için ortaklaştırıcı gücünü sınadık belki, belki de kendimizi değiştirmenin ilk çocuksu adımlarını attık. Ancak, haksızlığa karşı dayanışan insanlıkla birlikte olmanın, birlikte çoğalmanın, yaşam kavgasını ortaklaştırmanın farkı tanımsız.

1973-74 yıllarının Söke ovasında, toprakları elinden alınmış köylülerle aynı direnişin içinde yol almak ve o şanlı toprak işgalleri sürecini bir oyunla taçlandırmak, bizim kuşağın çok az oyuncusunun yaşadığı bir olanaktır.

Sistemin tüm geriliklerine, zorbalıklarına karşı inatla direnen insandan yaşam kavgasını öğrenmek; sahne üstündeki her şeyin yeniden düşünülmesini gerektiren sancılı-kavgalı bir sanatsal sürecin başlamasına neden oluyor.

Tiyatroda masa üstüne konan metni sorgulamak, aklımızı sorgulamak anlamını da taşır.

Sorgulayan tiyatro yaratıcısı, kendinden başlayarak her şeyi ama her şeyi değiştirmek için çabalar.

Tüm algıları, beğenileri değişir.

Mesleğe dair ışık, ses, müzik, dekor, kostüm, aksesuar gibi olmazsa olmazlara olan ilgisi farklılaşır.

Öğrenirsiniz.

Ülkesi için eşitlik-özgürlük kavgası edenden, değiştirmek için baş kaldırıp hapse atılandan, örgütlenip greve çıkmış işçiden, partisine güç katan sesten, faşizme taş atan çocuktan, yavrusuna ninni söyleyen yada ağıt yakan analardan, işsiz kalmış binlerden, yoksulluktan mutlak ama mutlak ‘önce erdemli olmayı’ öğrenirsiniz.

Namussuz din tacirlerinin yoksul halka ettiklerinden, katil sürüsü ırkçıların kan kusan eylemlerinden, memleket satıcılarından, yalancı-düzenbaz siyasetçilerden, hırsızlardan, savaş kışkırtıcısı tacirlerden, gericiliğe eklenen namussuzluktan ve döneklerdense onursuzluğun-omurgasızlığın ne olduğunu öğrenirsiniz.

Dünyalı meslektaşlarınızdan, müzik ustalarından, ressamlardan, yazarlardan, fotoğraftan, film karelerinden, heykelden, mimariden, çizgiden ve şiirden aynı suda akmayı kavrarsınız.

Değişirsiniz.

Gün olur, kavganın ortasında bir meydanda haykırırsınız özgürlüğü, gün olur bir sahnede ışıklar altında dillendirirsiniz bağımsızlığı, eşitliği, barışı.

Çoğalırsınız ve çoğaldıkça çiçeklenir sevdanız.

Bir de eğer tutmuşsanız şair yoldaşınızın elinden, dokunmuşsanız güneş gibi yüreğine, içiniz ışır.


Dünden bu güne koşar adım geldik belki.

Zaman zaman yenik düşsek de çocuksu gülüşlere, aldansak da soğuk sabah merhabalarına, hiç yalnız kalmadı sevinçlerimiz.

Ülkemizde politik tiyatro gerçeği, ‘bizden önce de vardı, bizden sonra da var olacak eşitlik ve özgürlük mücadelesi de öyle’. Bunu biliyor olmaktır bizleri mutlu kılan ve bu yüzdendir ‘yaşamak güzel şey be kardeşim’ diye inlememiz.

oaydinoaydin@gmail. com