26 Nisan 2010 Pazartesi

Kadı…

Meclis geceli-gündüzlü çalışıyor.

Aman ne çalışma!

Üst üste teklifler yağıyor, nutuklar çekiliyor, bir itiş-kakış ki sormayın.

Önerdiği Anayasa’nın ‘demokratikleşme paketi’ olduğunu savlayan AKP’ nin niyeti, Meclis araştırması taleplerine verdiği yanıtlarda yatıyor.

1-Askeri darbeler için Meclis araştırması isteniyor.

AKP reddediyor.

2-JİTEM için meclis araştırması isteniyor.

AKP reddediyor.

3-Faili meçhul cinayetler için Meclis araştırması isteniyor.

AKP reddediyor.

4-Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e, siyasi cinayetler için Meclis araştırması isteniyor.

AKP reddediyor.

5-Kanlı 1 Mayıs 1977 için Meclis araştırması isteniyor.

AKP reddediyor.

Peki ne diyor Ufuk Uras, “Anayasa oylamasında sonuç 330’un altına düşerse Ergenekon kazanır. Bu yüzden ‘evet’ oyu vermeye hazırım.”

Vah vah ki vah vah.

İşin bu yanını AKP alkışlayıcılarına havale edip, sanat alanları için ‘demokratik açılım’ paketinden en son ortalara saçılanlara bakalım istiyorum.

Geçen hafta basına yansıyan ve biz tiyatro dünyasının neredeyse kanını donduran bir olay yaşandı.

Batman'da Bahar Kültür Merkezi bünyesinde çalışmalarını sürdüren Kürtçe müzik ve tiyatro grubunun üyesi 13 sanatçıya, 5 yıl “sanat yapmama” cezası verildi.

Yanlış okumadınız.

Bu karar Cumhuriyet tarihinde bir ilk.

Dostlarımdan gelen haber, mahkeme sonuçlarını içeriyor.

Olduğu gibi paylaşıyorum.

“Batman Kültür Sanat Festivali, Newroz kutlaması ve basın açıklamalarına müzik aletleriyle katıldıkları için haklarında “Gösteri ve Yürüyüş Kanunu'na muhalefet” iddiasıyla Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açılan BKM (Bahar Kültür Merkezi) müzik ve tiyatro grubu üyelerinin duruşması karara bağlandı.

Biri şartlı tahliye olan ve biri de halen cezaevinde bulunan 13 tiyatrocu ve müzisyen hakkında, “5 yıl boyunca hiçbir sosyal ve sanatsal etkinliğe katılmama” cezası veren mahkeme ayrıca, 2006'da Batman Kültür Sanat Festivali'ne katılarak, “2911 sayılı Gösteri ve Yürüyüş Kanunu'na muhalefet etmek” gerekçesiyle sanatçıları 10'ar ay hapis cezasına çarptırdı.

13 BKM üyesi hakkında verilen 10'ar ay hapis cezasının yanı sıra, aynı gerekçelerle 4 yıl içinde açılan toplam 70 dava ise devam ediyor.

BKM üyeleri, Mehmet Candemir 1, Ramazan İlten 1, Abdullah Tarhan 10, Sultan Tezel 15, Çiçek Tekdemir 1, Jale Ekinci 15, Nurhan Tezel 7, Emel Çiftçi 10, Baran Çelebi 1, Serdar Kapalıgöz 2, Ayşegül Ekinci 3, Mahfuz Arslan 3 ve halen cezaevinde olan Adil Aslan 1 dava olmak üzere toplam 70 davadan yargılanıyor ve 20 yıl hapis cezası isteniyor.

Konser, yürüyüş ve tiyatro oyunlarında Erbane çaldığı için tutuklanarak hakkında 54 yıl hapis cezası istenen ve 4 ay hapis yatan Çiçek Tekdemir, şartlı tahliye oldu, ancak ona da ‘sanat yasağı’ getirildi.”

Açılım paketlerine ‘sonsuz destek’ verdiklerine dair nutuklar çeken hanımlar beyler, Dolmabahçe tıkınmalarını savunup kırk takla atan, ‘cevval sanatçı’ yurttaşlar, ne dersiniz bu işe?

Mutlak bir kılıfınız vardır.

21. yüzyılda ellerinde müzik aletleriyle toplantı ve gösterilere katılarak şarkılar söyleyen, sokak oyunları oynayan bu insanlara yapılan eğer ‘reva’ ise ve siz de buna rıza gösterip, üstünü kapatma yoluna gidiyorsanız, söz tükeniyor!

Olağanüstü hal ve sıkıyönetim süreçlerindeki yetkilerle donatıldığı belli olan Diyarbakır Ceza Mahkemelerinde kadılar mı görev yapıyor bilmek istiyorum.

Hangi Cumhuriyet savcısı, bu tür bir fetvaya evet diyebiliyor.

Hangi Cumhuriyet yargıcı, bu fetvayı onaylayabiliyor.

AKP ve onun Adalet bakanı ve de bu ülkenin hukukçuları böyle bir karar karşısında nasıl susabiliyorlar.


Bir kez daha görüyor ve anlıyoruz ki: Osmanlı kadıları gibi, ‘astığı astık-kestiği kestik’ kararlar alanlar, Diyarbakır’da giderek tüm ülke de açıktan sanat düşmanlığı yapıyor, savaş kışkırtıcılığını destekleyerek barışa kara çalıyorlar.

AKP’nin yargıyı ele geçirme operasyonlarına alkış durup seyirci kalanların, yaşanan bu rezaletin gelecekteki sorumluları da olacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın.


oaydinoaydin@gmail.com

19 Nisan 2010 Pazartesi

Sivil …


‘Birlik’ nasıl da büyülü bir sözcüktür,

Hayatın her alanı için geçerli.

Meslekte birlik, siyasette birlik, ticarette birlik.

Benim evdeki hesaplarım, çarşı-pazar ile hiç örtüşmedi, bu yüzden olsa gerek ticaret işlerinden çakmıyorum.

Bu durumda olan dostlarım var.

Lokanta işletenler, yazları pamuk şekeri olmadı terlik satanlar, bar işletenler.

Ne yaptı ne ettilerse başarılı olamadılar.

Ancak, yaşananları gözlüyor, olup bitenlerle ilgili veriler ediniyoruz.

Ülkeyi toptancı bir ticarethane gibi yürüten AKP söz konusu olunca da, bu kirli piyasa kurallarını algılama ve yorumlama işinde pek zorlanmıyoruz doğrusu.

Dernekçiliği ve siyasette birlik olmayı ise az çok bilirim.

Edindiklerim ve biriktirdiklerim var.

Tüm sanat yaşamım boyunca örgütlü olmayı seçtim.

Onlarca sorun yaşasam da, bu durum beni sayısız defalar daha iyiyi üretmeye itti.

Sanat ile sistem siyasetinin birbirini besleyen, geliştiren bir ahlak ilişkileri zinciri içinde yaşandığına ise, hiç tanık olmadım.

Ülkemin düzene eklenmiş siyasileri her defasında, sanatçılardan göstermelik bir yararlanma peşine düştüler.

Her sistem partisi, kendi sanatçısını yaratmak için, daha açık tanımı ile ‘vitrinine koymak için’ her tür madrabazlığı yapa geldi.

Bu işin yolu-yordamı da bellidir!

Reklam filmleri çektirilir, şarkılar, türküler satın alınır, basın toplantılarında, mitinglerde boy gösterilir, sonra da fırlatıp atılır bir köşeye.

Sözüm şu ki, şimdi ülke harala-gürele yeni bir seçim aşamasına doğru evriliyor ya, ortalık toz-duman!

Daha partilerin ‘ağır topları’ adaylar konuşulmadan, ‘sanatçılar’ üstünde pazarlıklar dönüyor.

Kimlerin adı yok ki.

Sağ siyasetlerin içinde yıllardır debelenen beylerden-hanımlardan söz etmiyorum, onlar zaten toplumca tanınıyor, biliniyor!

Benim sözüm, kendine ‘solcu’ diyen, ama bu kirli sisteme eklemekten bir adım bile geri durmayan aklı evvellere.

Tiyatro dünyasında da bunun onlarca örneği var, adlarını sıralarsam canınız sıkılır.

Bakınıyorum sağıma soluma, benim de içinde bulunduğum bir kaç ortak yapılaşma da, birer küçük sözle kendilerini ele veriyorlar.

Özerk Sanat Konseyi içinde barınmaya, yer edinmeye çalıştılar olmadı.

Şimdi karşı cephede konuşlanıp, 2010 ajansı üstünden Özerk Sanat Konseyi’ne ve sanat alanlarına saldırıyorlar.

AKP’nin ve 2010 Ajansı’nın İstanbul talanı ile ilgili açtığımız her yürütmeyi durdurma davasında karşımızda bu zatlar var.

Hani ağızları da laf yapıyor, yani hizmette kusur yok.

Her şeyi de biliyorlar!

AKM, kentsel üleşim, edebiyat, sinema, müzik, kültürel kalıtlar, müzeler, kütüphaneler bu hanımların- beylerin ilgi alanları.

Bu günlerde tiyatro alanında, sinsi bir AKP seviciliği yaparak nabız yokluyorlar.

AKM için, “yeterince bilgi yok” gibi bir gevezeliğe sığınıyorlar.

Dolmabahçe tıkınmaları için de, “ben sizin gibi düşünmüyorum, çağrılsaydım giderdim” diyorlar.

Anayasa tartışmalarında “evetçiyim” diyerek AKP ye açık destek veriyorlar.

Tavırlarını da ‘Liberal’ olarak niteliyorlar.

Sanat alanlarındaki sistem karşıtı direnmeye burun kıvırıyorlar, “bir direniş yok ki, ufak-tefek çıkışlar bunlar, kim oldukları da belli”

“Sanatçılar işçilere değil, işçiler sanatçılara destek olmalı” deyip yaşananları adeta alaya alıyorlar.

“Tekel meselesi birilerinin itelediği basit bir meseledir, bunun üstünden suskun siyasetler kendilerini anlatma yolunu seçtiler” diyerek, tam da Arınç efendinin ağzıyla, emek hareketini karalamaya soyunuyorlar.

“AKP’ nin her yaptığı kötü mü, hiç mi olumlu şeyler yok, bu her şeye karşı olma halinin bir sonu yok”

“Ayrışma diyorsunuz hocam, ama faşist, liboş, dinci diyerek siz ayrıştırıyorsunuz”

Bakıyorsunuz ertesi gün dinci gericiliğin açık adresi olmuş yapılaşmalarla, basın açıklamaları yapıyorlar.

“Bu çizgi, CHP-MHP arasında ulusal bir yuvarlanmadır” deyip, Tayip efendinin salvolarına destek çıkıyorlar.

Bu zatlara, “AKP’ nin Anayasa önermesi 12 Eylül faşist Anayasasını sağlamlaştıran bir önermedir, önce 12 Eylül darbesiyle hesaplaşılmalıdır” dendi mi, tüyleri diken diken oluyor.

Hele, “Kürt halkıyla barışı AKP yalanlarıyla örmek tarihsel bir hatadır, açılım denen palavraya aldanmak, ardı sıra nutuklar düzmek kanı durdurmaz, görüldüğü gibi çoğaltır” demeyi görün. En hamasi, en süslü sözlerle açılım paketleri savunulmaya başlanıyor..

“Sivil olalım hocam, bizi sivillik kurtarır”

“Ya devrimcilik?”

“Modası geçti hocam, şimdi sivil olup, AB’nin istekleri doğrultusunda değişme zamanı”

İşte size, sanat alanlarındaki yeni hastalığın, kirin, çürümenin ayak izi.

Bunda kimlerin payı var, kimler bu insanları böyle hazan yaprakları gibi savurup yabana itelemeye katkı koyuyor, bunu birlikte düşünelim isterim.


oaydinoaydin@gmail.com

16 Nisan 2010 Cuma

Yazarlar toplantısına katılmayacaklar!
16.04.2010 - 07:32
Yazdır Arkadaşına gönder AKP’nin kahvaltı sofrasına buyur edilme sırası şimdi yazarlarda... 60'ın üzerinde isim seçmişler. Peki, kimi çağıramazlardı diye sorup, artık aramızda olmayanlardan birkaçını yazsak, bugünün çağrılılarına, o sofraya oturmayı kabul edenlere, bir kalıcılık ya da tarihe gömülme formülü sunmuş olabilir miyiz?

Başbakan Erdoğan, 'açılım' toplantılarına sinemacıların ardından 17 Nisan’da yazarlarla devam edecek. Dolmabahçe Sarayı'nda yapılacak olan toplantıya davet edilen isimlerin arasında Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu, Elif Şafak, Ayşe Kulin, Ahmet Ümit, Ece Temelkuran, Muhsin Kızılkaya, Şule Yüksel Şenler’in de bulunduğu 60’ın üzerinde yazar olduğu bilgisi veriliyor.

AKP'nin toplantıya davet politikası bir önceki açılım toplantılarıyla benzerlikler taşıdı. Bazı yazarlar davet listesinden elendi. Davetli listesinde kalan az sayıdaki AKP muhalifi yazar ise toplantıya katılmayacaklarını açıkladı.

Tarihi çağrılmayanlar, katılmayanlar yazıyor!
Ne mutlu ki, AKP’nin “aydın ve sanatçılar”la mükellef kahvaltı sofralarında buluşmasına çağrılmayan nice isim de var, çağrıya icabet etmeyen de. Ne mutlu ki, bu kahvaltılara çağrılmanın bile kendileri için ayıp sayılacağını söyleyen aydınlar, sanatçılar var. İktidar nimetlerine tamah etmeyip, emekçinin kuru simidini tercih edenler, bu ülkenin aydınlık geleceğini temsil ediyor, bu sıfatları taşımayı hak ettiklerini gösteriyorlar. Onlar, bugün aramızda olmayanların günümüzdeki onurlu taşıyıcıları olarak, çağrılmıyorlar, çağrıya uymuyorlar, çağrılmayı zul sayıyorlar.

Şöyle bir düşünün, “ağzı bozuk, meymenetsiz bir ozan”ı çağırmaya cesaret edebilir miydi Tayyip, sofrasına? Can Yücel otursaydı o sofraya, gümüş bir tüy dikseydi, ortalık yerine masanın. Mümkün müydü? Bu hasta düzende sağlıklı bir kanser, çağrılır mıydı? Çağrılsa, “sıksa petkaları” diyelim, “nereden çıktı kuzum bu karartı” demez miydi en kibarından?

Nâzım Hikmet’e vatandaşlık iadesi lütfettiler, kahvaltıya da çağırırlar mıydı bugün aramızda olsa? “Düşmanlar ki kanıma susamışlar, kanlarına susamışım” faslını demli çayda değişir miydi? Halide Edip’in, “büyük sanatkâr, ama bir de şu ideolojisi olmasa” lafını ağzına tıkan, buyük insanlığın safını nida ve sual işaretsiz seçmiş şair, nerede kahvaltıya otururdu? “Hey sersem bayan, dedim, ben dâhi değilim, fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkârlarınız yoksa, ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra muhteva olamayacak kadar tefessüh etmiş olmasından gelir.” Çağırırlar mıydı?

“Çit köyü halkından” Enver Gökçe’yi, üstüne panzerler kalkınca, dostu kavgaya çağıran o güzel ozanı, o düşmana gözden gezden arpacıktan selam göndereni, Türkiye’nin emekçisi olmayı seçeni çağırmaya yeltenebilirler miydi? Uğruna dert mihnet çekilen kollektif hayat, oturur muydu sofraya?

Aziz Nesin, kaç mizah öyküsü çıkarırdı, bir davetten, bir kahvaltıdan, bir sofra başındakilerden? O mizah öyküsü, gözlerden sadece gülmekten mi yaş getirirdi? Hep trajedi yazdım, komedi algılandı derken, bu “şenliği” hangi yazın türüne sokardı? Çağrılmazdı! Sivas’ı unutur muydu ki, Sivas’ı, çağrılsın?

Sivas tutuşunca alev alev aydınlığını verenler, icabet ederler miydi bu davete? Metin Altıok, elinde sapı kırık bir temizlik fırçasıyla mı katılırdı oraya mesela? Asım Bezirci, “boyunu aşan” kitaplarını basamak mı yapardı bir yağma sofrasında pay almaya?

Düşer miydi dost yüzlü dost gülücüklü puşt zulasına Ahmed Arif? Gül memeler değil domdom kurşunu olan ağzına, atar mıydı bir lokmasını namussuzun, halden bilmez kahpe yalanın? Görüşmecinin getireceği yeşil soğanı değişir miydi kuş sütüyle. Çağırırlar mıydı onu?

Çağırırlar mıydı, Rıfat Ilgaz’ı? Hiç değilse, aç iki kolunu iki yana, korkuluk ol diye aydınlara seslenenen sınıfın ozanını? Ocak katırı Alagöz’ün sofrası dururken, o sofraya oturmaktansa kasnağa kolunu vermeyi tercih edecek yazarı, alabilirler miydi listelerine?

Bu kahvaltı ayıbından ülkeyi ve aydınları kurtarmak için, Turgut Özal’a yaptığı birlikte intihar çağrısını, bir de Tayyip için yinelemez miydi Cemal Süreya? Düzyazı ağır olmak zorundayken onun yanında, eşiklere oturmuş bir yığın insanın hatırına, yırtılan ipek sesi çınlatmaz mıydı ortalığı bu hafifliği gösterenlere karşı? Bir Celalî öfke kasıp kavurmaz mıydı, sofradaki zeytinin dalını?

“Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: ‘Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor...’ Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek, bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” diyen Sabahttin Âli’nin ezilmiş başı, kırık piposu bir davetiye alır mıydı?

Orhan Kemal çağrılır mıydı? “İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir.” Gider miydi o kursaktan bir kırıntısı o sofrayı donatmışların?

Kemal Özer, meydanları dolduran güvercinlere karşı bile halkı uyaran, yalanlara karşı savaşan şair, mümkün müydü çağrılabilsin, ilkyazda çatırdayan buzları ırmakların sözüne bağlayan duruş?

Hadi çağırsalardı ya, Fazıl Hüsnü’yü? Çocukların korkunçluğunu, “yok sana ihtiyaçları!” diye seslendiren, haçları bebek yapanların koca şairini? Bağımsızlığı, gericilikle savaşmayı, ses bayrağıyla dalgalandıran Dağlarca’yı davet etselerdi ya bir?

Fakir Baykurt, adını da alıp gider miydi? “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır. Kitaplarımız, bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce, toplumu bu yönde etkilemek içindir” diyen bir yazar, ne işine yarardı ki iktidarın?

Hasan Hüseyin Korkmazgil, küfürün pirzolası, hatta, sunturlusunun “haza kral sofrası” olması dururken, çöker miydi o cılız sofranın bir kıyıcığına? Bir dağ çekirgesinin gecede irkilmesi gibi, gömleksizlerin, dayanaksızların bir akşam birdenbire dağlara çıkması gibi bir sille mi indirirdi yoksa, davetiye uzatanların suratına?

17 Nisan: Safını seçme günü
Şimdi AKP, 17 Nisan günü kahvaltı veriyor. Çağrıyı reddedenler var bu ülkede. Çağrılmayanlar var. Çağrılamayacakların birikimi var, bugünlere bıraktıkları miras var. 17 Nisan günü, yazarlar bir kahvaltı sofrası ekseninde saflaşmayacaklar yalnızca aslında. 17 Nisan günü, yazar, aydın kavramları karşısında bir sınav verilecek. Sofraya oturanların kitapları çok satacak belki, nimetleri bol olacak. Ama bir gün, edebiyat tarihi, bir dönemi yazacak. Dönülüp bakılacak bugünlere. Ve bir künye çıkacak... 17 Nisan, yazarların karne günüdür. Notları, iktidar sofraları vermeyecek...

12 Nisan 2010 Pazartesi

Emek…

Kültür Bakanı, İstanbul Film Festivali açılışında Emek Sineması ile ilgili inciler döktürmüştü, anımsarsınız.

“Birileri mahkemeye filan başvurmadan bu salon bir an önce yıkılıp yerine yenisi yapılmalıdır” demişti.

Yangından mal kaçırılıyor sanki.

Ertesi gün TV ekranlarından Beyoğlu Belediye Başkanı A. Misbah Demircan ısrarla, “salon yıkılmıyor, yenisi binanın en üst katına inşa edilecek, hem de bire bir aynısı” diyor.

Mimarlar Odası temsilcisi Mücella Yapıcı, uygulanacak projenin maketini gösteriyor.

Şaşırıyoruz.

Ortada, Emek Sineması’nın yerine yapılacak alış-veriş merkezinin tepesine kondurulmuş bir gudubet var.

Tüm görüntüsüyle, İstiklal Caddesini hatta Beyoğlu’nu kuşatan, kübik bir çirkinlik.

Başkan Bey, “bakın, yeni hali bu işte” diye, sevinçle atılıyor ortaya.

Mimarlar Odası, bina ve alanla ilgili raporunu sunuyor.

Beyefendi, “ ben bilmem Anıtlar Kurulu “ bilir diyor.

“Bu binayı yıkmak, kenti talana terk etmektir. Kültürel kalıtlar hepimizin malıdır. Size belediye başkanı olarak bu varlıkları koruyup, yarına taşımak düşer” deniyor.

“Benim yapacak neyim var, ben belediyeyim denileni yapmak, uygulamak zorundayım” diyor.

“Yıkılmak istenen Emek Sineması, tarihi ve kültürel kimliğinin yanı sıra barok ve rokoko bezeli duvarları, 875 kişilik salonu, ses düzeni, yenilenen koltukları ile yeni açılan birçok modern sinema ile yarışacak teknolojiye de sahiptir. Bu ülkenin, bu kentin bu dokulara uygun kaç sanat alanı var?”

“Daha iyileri yapıldı. Tüm salonlar küçültüldü, donatımları daha iyi oldu” diyor başkan.

Beyoğlu Belediye Başkanı, bunları söylerken sıkılmıyor, yüzü kızarmıyor, emir kulu olduğunu, kültürel dokuların yıkılarak yerine ‘daha iyisinin’ yapılabileceğini ısrarla savunuyor.

Canlı yayında, İstiklal Caddesinin orta yerindeki bir kültürel dokunun nasıl peşkeş çekildiğinin belgelerini izliyoruz.

Mimarlar Odası, tıpkı AKM, Haydarpaşa, Galata ve Surdibi’nde olduğu gibi, yargıya başvurulduğunu dillendiriyor.

Başkan pişkin “vallaha o sizin bileceğiniz bir iş” diyor.

Kentinin kültürel dokusuna sahip çıkması, yürütmeyi durdurmak için yargı yoluna başvurması gereken adam söylüyor bunu.

Şaşırmıyoruz.

Başkan beyin önüne yargı sürecinin belgesi konuyor.

Mimarlar Odası, 20.11.2009 gün ve 29.06.17249 sayılı yazı ile ilgili TC Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kuruluna başvuruyor.

Alınan yanıtla, Koruma Bölge Kurulu’nun 17.09.2009 gün ve 954 sayılı ile 09.10.2009 gün ve 973 sayılı kararı ve eki avan projelerle Emek Sinemasının yıkımının öngörüldüğünü resmi belge ilgi tespit ediliyor, ve kurul kararları üzerine, 12.03.2010 tarihinde yargıya başvuruluyor.

Bu bilgiler Bakan ve Belediye Başkanı ve taraflarca zaten biliniyor.

Ama, belge beylerin ellerlinin tersiyle itiliyor!

Gerçek halktan gizlenerek, açık adıyla halkın gözlerinin içine baka baka yalan söylenmeye devam ediliyor.

Yargı süreci işlerken, oldu-bittiye getirilip salon yıkılmaya çalışılıyor.

Suç işleniyor.

AKP, hukuku ayaklar altına alıp, üstünde tepinmeyi burada da sürdürüyor.

Mimarlar Odasının acil çağrısı ise, Emek Sineması’nın yıkılmaması için ortaya çıkan bir girişim grubundan başka, kimselerin ilgi alanına girmiyor.

Sanat alanları suskun, sivil toplum örgütleri suskun.

Basın suskun. İstanbul halkı suskun.

İstiklal Caddesinden her gün binlerce insan akıyor, bu yurttaşlar suskun, gelecekleri karartılan Beyoğlu esnafı suskun.

Al gözüm seyreyle…

oaydinoaydin@gmail.com

5 Nisan 2010 Pazartesi

Yalancının mumu…


Tüm güvenliği Kültür Bakanlığı’na ait olan Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nden Hoca Ali Rıza resimleri çalınıyor, hem bir değil beş değil, tam 18 adet.

Ortalık karışmıyor.

Bakan Bey, “bir kısmı yerinde diğerlerini araştırıyoruz, içlerinde kopya olanlar da var, anlaşılıyor ki çalıntı resimlerin yerine kopyaları konmuş”

Ertesi gün müze sayım komisyonu üyesi Osman Altıntaş asıl gerçeği dillendiriyor. “Envanterde olduğu halde nerede olduğu bilinmeyen yaklaşık 500 eser var.”

Müzenin zemin katında, olabilecek en kötü koşularda istiflenmiş binlerce eser için, 1930 yılından beri hiçbir çalışma yapılmamış.

Paha biçilemeyen bu kalıtlar, tüm dünya insanlığının ortak mirası oysa.

“Kaybolmuşlar” denen eserleri kim hırsızlamış, neredeler, kim kime satmış, yada hangi sonradan görmenin evinin duvarını-bahçesini-banyosunu süslüyor, bilinmiyor.

Bakanla ilgili, dönemin yetkileriyle ilgili bir soruşturma yok.

Müze Müdürü “şaştık kaldık bu işe” diyor.

Bekçiler suçlanıyor.

Ertesi gün müze bahçesine atılmış bir Hoca Ali Rıza resmi bulunuyor!

Çok geçmiyor üstünden anlıyoruz ki, Bakanlık bünyesinde kurulmuş bir komisyon müzelerin-kütüphanelerin ve bazı ören yerlerinin özelleştirilmesi için çoktan düğmeye basmış ‘karınca gibi’ çalışıyor.

Kimin malı kime pazarlanmaya hazırlanılıyor?

Ülke sus-pus, sanat alanları sus-pus, sanki herkes küçük dilini yuttu!

Basında çıkan bir iki yazı-haberden sonra mesele unutuluyor.

Süreç, bir tek Kültür Sanat Emekçileri Sendikası tarafından yakından izleniyor.

Bakan Bey, hırsızlık skandalından bu güne sessizliğini korumayı seçmişken, birden yeni bir skandal ile tekrar gündemimize taşınıyor.

Parlamentoda süren kayıkçı kavgasının tam orta yerinde bir soru önergesi üstüne, “Bu gün setlerde sigortasız çalışan hiçbir sanatçımız bulunmamaktadır” diye setlere şenlik bir açıklama yapıyor.

Öğrenmiş oluyoruz.

Tam 40 yıldır içinde bulunduğum bu alanda meğer hepimiz sigortalıymışız da haberimiz yok!

Bunu söylemek için başka bir ülkenin kültür bakanı olmak gerekir.

Bugün, hem dizilerde, hem film setlerinde gecesini gündüzüne katarak, köleler gibi çalıştırılan yaklaşık 3500 insanın bırakın sigortalı olmasını, yasalar önünde hiçbir hakları yok.

Nedenleri ise çok açık.

Öncelikle tüm sanat alanlarının olduğu gibi, sinema alanının da yasalar karşısında tanımı yok.

Çünkü, bu ülkenin bir “sinema kanunu” yok.

Sinema alanında çalışan, sanatçısından set işçisine, ışıkçısından görüntü yönetmenine, kameramanından senaristine, yönetmeninden dublajcısına varana kadar tüm yaratıcılarının yasalar önündeki karşılığı, genelevlerde çalışarak etlerini satmak zorunda bırakılanlarla aynıdır.

Bakan, bu gerçeği bilmiyor mu?

Bence biliyor.

Hem kendisi hem de bakanlık bünyesindeki onca bürokrat, elbette başbakan ve AKP hükümeti, bu gerçeği adları gibi biliyorlar.

O zaman bakan neden böyle bir açıklamaya gerek duyuyor..

Kimin, kimlerin çıkarı gözetiliyor?

TV yayıncılarının, yapımcıların, artık çokuluslu olmaya doğru yol almış birkaç sinema şirketinin ve reklam sektörünün olabilir mi?

Adres doğrudur.

Bakan beyin ve hükümetin halktan gizlemek zorunda olduğu gerçek tam da budur.

Bugün sömürünün en net biçimde açığa çıktığı bu alanın götürücülerini korumak, emekçilerini, sanatçılarını, yaratıcılarını hiçe saymak tam da AKP karakterine uygun bir davranış olsa gerek.

Bakanlığın açıklamasıyla TV sektöründe kaçak çalıştırılan, açık adıyla ‘kayıt dışı’ olan binlerce insan da gizleniyor.

Bakan beyin önümüzdeki günlerde yeni incilerle karşımıza çıkacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Ama, İstanbul rantının üleşilmesine hız verildiği şu günlerde, çok canı sıkılacak!

Tarlabaşı ve Sütlüce kentsel dönüşümünde talan edilmek için fişlenmiş binlerce kültürel kalıtın takipçisi olmadığımızı düşüyorsa yanılır.

Haydarpaşa ve Galata’da yeniden yapılmak istenenlerin de izindeyiz.

Tıpkı Emek Sineması gibi, temeline dinamit konulmaya hazırlanan tarihsel dokular, hiç kimsenin babasının malı değildir; bu halkın bu ülkenin ve insanlığın ortak değeridir

Yeri gelmişken bir kez daha yineliyelim, artık dilimize sakız olan AKM skandalı için, söylenecek söz tükendi sanılıyorsa şaşarız.

Bakanlığı ve süreci “paramız yok” diye askıya alan 2010 ajansını, ‘mahkeme kararlarına uymadıkları ve insanlığın ortak mirasına açık bir biçimde zarar verdikleri’ için, yargı önüne çıkarmaya hazırlanıyoruz.

1 Haziran 2010 tarihi AKM’ nin kapısına kilit vuruluşunun ikinci yılı doluyor.

O gün binlerce yurttaşla orada olacağız.

Bu kez dünyalı dostlarımız, meslektaşlarımız da bizlerle olacak.

İstanbul Film Festivalinin açılışında, protesto borazanlarını alaya alan bakan için, bu vurdum duymazlık, yaptık oldu açıklamaları, uygulamaları sürdükçe, bizler çürük yumurta biriktirmeye devam ediyoruz.

Bakarsınız, büyük yalanlarla sürdürülen kayıkçı kavgasına bir katkısı olur!

oaydinoaydin@gmail.com