22 Şubat 2010 Pazartesi

68. gün…

İçim dışım bahar.

20 Şubat 2010, Ankara Sakarya Meydanı.

Balıkçılar, çıtır simit, çiçekçiler, piyangocular, dönerciler ve işçiler, öğrenciler, doktorlar, mühendisler, sanatçılar, emekliler, işsizler, yoksullar.

Türk-İş Genel Merkezinin önü-ardı, sağı-solu her yer, adım adım eylem alanı.

Her köşeden barış ve kardeşlik sesleri çoğalıyor, şarkılar, halaylar, sloganlar kuşatıyor yüreğimi.
Orhan Aydın

oaydinoaydin@gmail.com

“Biz haklıyız biz kazanacağız”.

Çadırlar allı, yeşilli. Bir değil, beş değil, on değil.

İşçiler, yüreklerinin sığındıkları son sınırdalar sanki.

Çocuk gülüşleri taşıyor meydana.

Yaşlı-genç, Kürt, Laz, Türk, Çerkez, Boşnak ayrımsız aynı türküleri çığırıyor, halaylara duruyorlar.

Aynı sofralarda katık ediyorlar tuzla ekmeği, aynı ateşin başında yarenlikler çoğalıyor.

Karlı, yağmurlu karakış, yılgınlık yüklememiş bedenlerine.

Yaşamımda ilk kez tanık olduğum, rengarenk bir meydan sahnesi Sakarya.

Çevredeki binalar pankartlarla donatılmış, isyan ediyor hayat.

Başkent’in orta yeri bir kardeşlik bahçesi.

Umut saçıyor insanlık.

Tekel işçisi, tüm dostlarıyla birlikte tarih yazıyor.

Tanık oluyorum insanlığın mutlu gelecek için birlikte yaktığı ateşe.

Tanık oluyoruz, geleceğimizin ak aydınlık, onurlu, namuslu ellerde yükselen çağrısına.

Tanık oluyorum Anadolu’nun gürül gürül çoğalan inatçı kararlılığına.

“Ölmek var dönmek yok”

Ardı ardına veryansın ediliyor namussuza, hırsıza, soyguncuya.

Her adımda bir coşku, bir sevinç, bin kararlılık içimizi sarmalıyor.

“Burada olmakla gurur duyuyorum” diyor Nejat Yavaşoğulları.

“Tıpkı 68’deki gibi, insanlık onuru için sokağa çıkmış” diyor Metin Coşkun.

Genç-yaşlı, sevinçli binlerce elle tutuşuyoruz.

Yitirdiğimiz dostluk, kaybettiğimiz yarenlik, özlediğimiz yoldaşlık kuşatıyor göz bebeklerimizi.

“Diyarbakırlıyım ben, bu 68 günde iki kez gidip gelebildim. Son gidişimde eşimi ve çocuklarımı da kattım yanıma. Bu çadır, o çadır, şu çadır fark etmez, hepsi bizim”.

“Trabzon buraya akıyor. Her gün onlarca hemşerimiz ziyaretimize geliyor. Burası buluşma noktamız. Bizim için yaşam kavgası burada başladı, burada bitecek.”

“İzmir’e gavur demişti Tayyip. He gavuruz. Yoksulun hakkını vermeyen namussuzluğa karşı kabulümüzdür gavurluk”.

“Batman’dan geldim. Başından beri buradayım. Sonuna kadar da burada olacağım. Canımı ecel alacağına, namusumla ölürüm daha iyi”

Çoğalıyoruz.

Çağıl çağıl akan berrak su olmuş Sakarya Meydanı.

‘Kararlılık yıkar karanlığı. Aydınlatır, ışık olup çoğalır’ derdi ozan.

İşte yakılmış ateş, insanlığın orta yerinden koskoca bir alev yükseliyor.

“Sizce saldıracaklar mı bize?”

“Gelecek mi kılıç-kalkan ekibi?”

“Utanmayacaklar mı insanlıktan, inançlarından?”

“Gündem değiştiriyorlar, bizi unutturmaya çalışıyorlar, son günü bekliyorlar, bilmiyorlar ki bizim için son gün, haklarımızı aldığımız, birlikte bu kavgadan alnımızın akıyla çıktığımız gündür”.

“Şaire şiir yazdırır bu sevda, müzisyene beste, yazara roman, oyuncuya oyun. Kolları sıvamak lazım, bu ateşin altına ellerimizi koyalım, yanan ellerimiz olsun”.

Akşam 17.00’da meydanın orta yerine kuruluyor sahne.

Alacakaranlıkta ışıl ışıl binlerce göz, havaya savruluyor yumruklar.

“Direnişinizin 68. günü kutlu olsun kardeşler. Bu meydandan sizin tanıklığınızda haykırıyorum ki buraya yalnız gelmedik. Size kara yağız Kürt delikanlısı Yılmaz Güney’in selamlarını getirdik.

Türküleriyle halaya durduğumuz Ruhi Su ustanın, 1920’den bu güne Mustafa Suphi’nin, Behice Boran’ın ve eşit-özgür-bağımsız bir ülke için dar ağaçlarında can veren üç fidan; Deniz,Yusuf ve Hüseyin’in selamlarını getirdik”

Başbakan Dolmabahçe’de ‘sanatçı’ denen bildik isimlerle, şerbetli kahvaltı yapmış, “Sanatçılar bu taşın altına ellerini koymalı” demiş. Buradan bu ülkenin tüm namuslu insanları, sanatçıları, sosyalistleri, aydınları adına Başbakana sesleniyorum. Evet biz bu taşın altına elimizi koyuyoruz ama, emperyalizmin kirli oyunlarının altına değil, Tekel işçilerinin onurla yükselttiği bayrağın altına elimizi koyuyoruz.”

Çoğalıyor kardeşlik. Öbek öbek insan akıyor meydana. Alkışlar, ıslıklara karışıyor, sloganlar barış ve eşitliğe.

İki kız çocuğu, Tekel işçisi babalarına yazdıkları mektuplarını okuyorlar.

“Baba, hakkımızı almadan gelme!”

“Sen kazanırsan baba, biz kazanacağız, anam kazanacak, amcam kazanacak, komşularımız kazanacak, ülkemiz kazanacak”.

El vermiyor yüreğim. Gözlerim doluyor.

40 yıllık sanat yaşamımda yüzlerce etkinlik, miting sundum, eylemlere katıldım, şiirler okudum, ilk kez tutamadım yüreğimin sancısını.

Üç işçi kardeşim konuşuyor ardı ardına.

“Biz yalnızca hakkımızı istiyoruz, al o 4C yi başına çal. Değil 68, 168 gün de olsa buradayız.

“Sen bunu oyun mu sandın a Tayip? Diz çöktüremeyeceksin bize, diz diplerini seven sensin”.

“Ölmek var dönmek yok”.

Alınlarımıza yazılıyor birlikte saf durmanın gururu.

İki yol arkadaşım, Metin Coşkun ve Nuri Gökaşan, birer Nazım Hikmet şiiri ile sesleniyor işçi kardeşlerimize.

Taşıyor sevinç.

“Bize ve tüm dünyaya insanlık neymiş öğrettiniz. Size teşekkür ederim” diyor Nejat Yavaşoğulları. Şarkılarını eşit ve özgür bir ülke için söylüyor.

Erdal Erzincan ve Mercan Erzincan çıkıyorlar sahneye.

“Bu haklı ve onurlu mücadeleniz bizlere ışık oluyor. Canımızı canlarınıza katmaya geldik”.

Türkülerle semah’a duruluyor, halaylar çekiliyor.

Beni bu direnişte kuşatan sloganla, TKP Genel Başkanı Erkan Baş çıkıyor kürsüye.

“Biz haklıyız, biz kazanacağız”

“Başbakan, bükemediğin bileği öpeceksin. Bırak Amerika’nın, Hikmetyar’ın elini eteğini öpmeyi. Bu ülkenin geleneğinde vardır, yaratanın, üretenin eli öpülür. Kan bulaşmışın eli öpülmez. O el kırılır. Ya sen Tekel işçisinin elini öpeceksin, ya da bu Tekel işçisi senin boynunu eğecek”.

Yer gök işçi kardeşliği için haykırıyor.

“Ölmek var dönmek yok”

Yol arkadaşlarımla çadır çadır dolaşıp, el ele tutuşuyoruz işçi kardeşlerimizle.

18 çadıra konuk oluyoruz.

Her biri, evlerinin baş köşesi olmuş. Kucaklaşıp sarmal oluyoruz.

“Sizinle gurur duyuyoruz”

20 Şubat 2010 Ankara Sakarya Meydanı. Tekel Direnişinin 68. günü.

Tokat çadırında, karton üzerine simsiyah kazılmış o müthiş akıl birliği düşüyor usuma.

“Ya onurlu bir gelecek, ya şerefli bir ölüm”

İçim dışım bahar. Yol alıyorum yeni bir şafağa.

oaydinoaydin@gmail.com.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Opera, Bale, Senfoni ve Tiyatroda 4C…


Siz de farkında mısınız? Kültür Bakanı Günay’ın uzunca zamandır sesi-soluğu çıkmıyor.

Ülkede yer yerinden oynuyor. Meclis kavgaları, ağız dalaşları almış başını gidiyor, Bakan Beyden ses, seda yok.

Tiyatrolar kapanıyor, oyunlar saldırıya uğruyor, yasaklanıyor, yine Bakan Beyden ses yok.

Birileri Beyefendi’nin ‘biraz susması gerektiğini’ öğütlemiş olabilir mi? Bilmiyoruz.

Ancak, Bakanlığın suskun olması, çalışmıyor anlamı taşımaz!

Bu günler, üç önemli sorunu kökünden gidermek için alınmış kararların uygulamaya konulduğu günler.

Elbette Kültür Bakanı ve Bakanlık bürokratları bu sürecin içinde yer almaktan büyük gurur duyuyorlardır.

İlk adım, Dolmabahçe’de sanatçılar ile Başbakan’ın buluşmaları; ikinci adım, tüm sanat örgütlerini tek çatı olacak bir ‘meslek birliği’ altında birleştirmek; ve son adım, en tarihi olanı, 4C.

20 Şubat’ta gerçekleşecek Dolmabahçe buluşmalarında, müzisyenler, besteciler ve yorumcular yer alacakmış.

Beyefendi, ‘açılım’ için destek isteyecekmiş!

Sonrası, sinemacılar, tiyatrocular, yazarlar, çizerler bir araya geleceklermiş.

Ülke meseleleri için şimdiye dek kelam etmeyen bildik zevat, Beyefendinin istekleri doğrultusunda, süslü-püslü laflarla konuşmaya başlayacaklardır.

Böylelikle, açılımın acılı arabesk sosu, ayarlanmış olacak!

Bakanlık bünyesinde kurulmuş iki ayrı Komisyonun işleri ise, daha da zor.

Bu komisyonlardan ilki, tüm sanat alanlarında bulunan örgütlere üç ay önce bir çağrı yapmış ve İstanbul Bilgi Üniversitesinin ev sahipliğinde ilk toplantı, geçen ay gerçekleştirilmişti.

Toplantının tek amacı vardı, o da tüm sanat alanlarını, Bakanlığın öngördüğü bir meslek birliği altında toplamak.

Bakan Beyin hayali olduğu sanılan proje, alanlardan büyük reaksiyonlar gördü.

Sinemacılar, edebiyatçılar ve ressamlar, “Bu demokratik olmayan bir uygulamadır. Bakanlık sorunlarımızın çözümü için nasıl böyle bir dayatma içine girebilir? Yetkililer, “Ya sanat alanında neler yapıldığını, nasıl yapıldığını bilmiyorlar, yada burada bir kasıt var” dediler.

Bu sesi hiç duymak istemediği belli olan Sayın Bakan, toplantının ikinci gününe kendisi de katılmış; fakat aynı yanıtları alınca, apar-topar ekibini Ankara’ya göndermiş ve ‘düzenlemenin yeniden yapılmasını’ istemişti.

Aradan bir ay geçti, Komisyondan ses, seda yok; Bakan Bey de zaten sus pus.

Bakanlıkta yürütülen son çalışma ise, AKP’nin çalışanlara giydirmeğe çalıştığı deli gömleği olan, 4 C.

Olup bitenlere bakınca, bu 4C neyin nesidir, bizim alanlarımızda ne işi var, nerede uygulayacaklar? gibi onlarca soru akla geliyor.

Bu günlerde Tekel işçilerine uygulanmak istenen şu lanet olası 4C’yi kısaca anlatalım,.

Özelleştirmeler, sokağa atılan işçilerle, çalışanların özlük ve sendikal haklarının budandığı, hatta hiçe sayıldığı bir süreçte gerçekleşiyor.

Sendikalı işçiler tıpkı Tekel örneğinde olduğu gibi, özlük haklarının gasp edilmesine direnip ayağa kalkınca, ülke 4C gerçeğini kavramaya başladı.

Anlaşıldı ki, AKP hak gasplarını yasal bir kılıf altına gizlemiş.

Bir takım aklı evvellerin bir gece yarısı öngördükleri 4C, çözüm olarak kabullenilmiş ve yasallaştırılarak yürürlüğe konmuştu.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda kamu hizmetlerindeki memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel A, B ve C fıkralarıyla tanımlanıyor.

A fıkrasında kadrolu devlet memurları, B fıkrasında sözleşmeli personel, C fıkrasında da özelleştirmelerden dolayı başka kamu kurumlarına yerleştirilecek geçici personel tanımları yer alıyor.

C statüsünü tanımlayan ilk koşul, bir yıldan az süreli veya mevsimlik hizmet olması.

Bu göreve de Bakanlar Kurulu'nun karar vermesi gerekiyor.

İşte bu şekilde çalışanlara 4C'li deniyor.

Tekel işçileri için bu maddenin uygulanmasının anlamı şu: Çalışan bir işçi, en çok 10 ay çalışacak.

Bu en yüksek süre. Gerçekte ise bir yıl içinde çalışılan ay sayısı dörde kadar düşebiliyor.

Peki maaş ne kadar? Tamı tamına 630 Türk Lirası.

İşte Tekel işçilerinin kabul etmediği koşullar, bunlar.

Kaldı ki özelleştirilen işyerlerinde pek çok işçi, 4C kapsamına bile alınmadı.

İşsiz kalan işçi sayısı on binlerle ifade ediliyor.

İşte bu günlerde Kültür Bakanlığı, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüne bağlı Opera-Bale-Senfoni ve Tiyatro’da düğmeye bastı.

Anlaşılıyor ki Bakanlık bu dört alanda özelleştirmenin peşinde, yada bu dört alanda sözleşmeli çalışan durumundaki yaratıcılara 4C uygulaması yapma hazırlığı içinde.

Bunun her ikisi de mümkün.

Bakanlık yarın çıkıp, bu dört alanı da özelleştireceğini söyleyebilir.

Buna kim, kimler karşı çıkar?

Kültür Sanat-Sen, süreci izliyor ve dava etmeye hazırlanıyor.

Bazı sanat örgütleri ve bildik birkaç ortak ses de bu sürece karşı çıkacaktır.

Sonra sönümlenir gider ve o sanat alanları özelleştirilir.

İnanın, bu tüm özelleştirmelerden daha kolay olur!

İnsanlığın ortak evi olduğuna inandığımız sahneler yıkılırken, özlük hakları 1998’den beri aynı noktada iken, seviyesizlik-yalan-ötekileştirme-sansür, en geri seviyede yaşanırken sesini çıkarmayan ‘sanatçılar’, zaten teslim olmuş değiller midir?

Bu gün, Devlet Opera-Bale-Senfoni ve Tiyatrosu’nda Tekel işçilerinin onurlu yüreklerini selamlamış, ellerinden tutup dayanışma göstermiş, kaç insanoğlu vardır?

Peki bu sanat alanlarının yaratıcıları, yarın özelleştirme ve ardından 4C denen o siyah kefenli sürece girdiklerinde, kimlerden destek isteyecekler?

Haydi alkışınız bol osun.

oaydinoaydin@gmail.com

8 Şubat 2010 Pazartesi

 
Posted by Picasa
Neler oluyor hayatta…

*4 Şubat’ta tüm kentlerde ve iş yerlerinde insanlık birlikte haykırdı; ‘İşçiler el ele genel greve’

*Son Osmanlı padişahı, öfkesini kusuyor, ‘bir adım daha atmam, buraya kadar’

*Sağlık Bakanlığı tiyatro oyunlarına ‘sigara içme yasağı’ getirmenin peşine düştü! “Kapalı mekanlarda sigara içmek yasaktır. Biz çocuklarımızı tiyatrolara götürüyoruz.!” Tiyatro örgütleri, yaratıcılar durumu 4. Murat uygulamalarına benzettiler. Kültür Bakanlığı suskun, Padişah suskun!

*Şeriatçı provokatör Vakit gazetesi, daha önce yıkımlara karşı çıkan sanatçıları, sanat örgütlerini hedef göstermişti şimdi de, ‘Yala ama Yutma’ oyununu hedef gösterdi. “Dinimize hakaret ediyorlar, Müslümanlar nerdesiniz?”
Tiyatro örgütleri ve yaratıcılar “bu durum kara cahilliktir, melek ve fahişe sözcükleri örtüşüyor diye bir sanat olayını hedef tahtasına koymak gericiliğin, dinci yobazlığın ta kendisidir “ dediler. Savcılar suskun, Basın ilgisiz, Bakanlık suskun.

*Padişah, AKP kadın kolları toplantısında, “Bu ülkede yoksulluk da yolsuzluk da tarafımızdan bitirilmiştir, Halkımıza dağıttığımız yiyecekler ve kömür bunun örneklerinden biridir” dedi. Salonu dolduran ve ülkenin değişik illerinden gelmiş kadın delegeler, birlikte ünlediler “Türkiye seninle gurur duyuyor”

*Ankara Yenimahalle Belediyesi, altı ay önce kurduğu Belediye Tiyatrosu’nu kapattı. Sanatçıları ve yaratıcıları sezon ortasında sokağa koydu. Tiyatro örgütleri ve yaratıcılar olayı protesto ettiler. “Bunun adı tiyatro düşmanlığıdır.” Belediye Başkanı suskun, Baykal suskun. CHP kurmayları suskun.

*Tekel işçilerinin süresiz açlık grevi katılımlar artarak sürüyor. Maliye Bakanı, “ ya 4C yi kabul ederler yada buraya kadar” Tekel işçisi ve emek örgütleri Bakanı yanıtladılar, “4C, C 4 olarak sahiplerine iade edilecek.” Dünya susuyor. Halk seyrediyor.

*Afyon’da ve Ankara Sincan’da belediyeler tiyatroların üstünde ‘pis ayak oyunları’ oynuyorlar. Tiyatro örgütleri, yaratıcılar bağırıyor. Basın susuyor, Bakanlık susuyor.

*Padişah, ”Gata, benim vergilerimle yaşayan bir kurumdur eşimi nasıl içeri almazsınız” diyor. Türbanlı kadın kolları salondan birlikte bağırıyor, ‘Başörtüsü özgürlüktür engellenemez’ “Bu nasıl iştir, bu nasıl hukuktur, bu nasıl uygulamadır, ben bu ülkenin başbakanı değil miyim?” Alkış, kıyamet kopuyor. Emine sultan suskun, nasıl olsa hazret konuşuyor. Ülke suskun.

*Harbiye Muhsin Ertuğrul çok amaçlı salonu açıldığı gibi kapanıyor! ‘Nato Kongresi için vadide yapılacak toplantının güvenliği gerekçesi ile’ salonda başlaması gereken oyunun açılışı ileri bir tarihe öteleniyor. Anlaşılıyor ki, orada bir güvenlik sorunu var! Süslü-püslü laflarla, yıkıma direnen sanatçılara saldıran Belediye Başkanı, padişah suskun. Salon açılırken “yanılmışız, bunlar köprüye de karşıydı” diyen şakşakçı aymazlar suskun, açılışı çarşaf çarşaf yayımlayan basın suskun.

*Meclis Genel Kurulunda ‘Peygamber’ tartışması yumruklu kavgaya dönüşüyor. Ekranlarda Sağlık Bakanı Akdağ, ceketini çıkarıp, kolunu sıvamış “erkeksen gel” diye bağırıyor. Arınç, Meclis Başkan Vekili Mumcu’nun odasını basıp, kabadayılık taslıyor. Padişah’a ‘peygamber’ diyen AKP’li bilmem ne meclisi üyesi “Başbakanımıza saygımdan partimden istifa ediyorum” diyor. Ertesi gün Rize ilinde bir imam, “günde iki rekat başbakan için namaz kıldığını, bunu herkesin yapması gerektiğini’”söylüyor.
Aynı gün Deniz Baykal,Cüppeli Ahmet denen zavallıyı arayıp, “geçmiş olsun” diyor. Basın suskun, halk suskun.

*Son Osmanlı padişahı şimdi de sanatçılara taktı. Her konuşmasında şairlerden şiirlerden, yazarlardan hamasi örnekler veren beyimiz, bizzat olaya el koyuyor ve ‘Dolmabahçe buluşmaları’ adıyla ‘sanatçılarla’ öbek öbek toplantılar yapma kararı alıyor. Şerbetli hoş sohbetler sürüyor. Bu insanlar kimler, neler konuşuluyor bilinmiyor. Perde gerisinde ise, Kültür Bakanlığı sanat örgütlerini ve tüm sanat alanlarını ‘tek birlik’ içinde toplamak için diretiyor. Sinemacılar, müzisyenler, ressamlar karşı çıkıyor. Tiyatrocular suskun, şakşakçılar görev kapmanın peşinde! Basın ilgisiz.

*Tekel işçisi direniyor.

*İki yıl önce Özbudun beyefendiye yazdırılan Anayasa, topluma bir deli gömleği gibi giydirilmeye hazırlanıyor. AKP ülkeyi referanduma zorluyor. Meclis yine karışıyor. Nutuk üstüne nutuk. Sosyalistler, aydınlar ve yurtseverler hazırlanan anayasa metninin “hak ve özgürlükleri tamamen budadığı, eşitlik ve özgürlükçü olmadığı, çok hukuklu sistemin yolunu açtığını” söylüyorlar. Genç siviller, Liboşlar ve dönekler AKP’nin dayatmasını alkışlıyorlar. Ülke suskun, Liboşlar göbek atıyor, hukukçular suskun.

*AKM içinde yangından mal kaçırır gibi, gizli kapaklı işler yapılmaya başlanıyor. Salonun tüm aksamları sökülüp atılıyor. 2010 Ajansı “paramız yok bu ay duruma bakacağız” diyor. Ama, salonda neler yapıldığı gizleniyor. Bu arada, sanat alanlarındaki tüm gerici uygulamalara karşı ayağa kalkanların içinde yer alan, Kültür Sanat-Sen Genel Başkanı Siirt’e sürülüyor. Sanat örgütleri suskun, basın suskun, yandaşlar ellerini ovuşturup, pis pis sırıtıyor.

*“Alevi Çalıştayı” adı verilen ve Alevi canları temsil etmediğini bildiğimiz ekip toplantı sonuçlarını açıklıyor.”Madımak Otelini müze yapmak tehlikelidir o alan park yapılmalı” Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonu, “ Bu belge Aleviliğe ihanet belgesidir’ diyor. Basın suskun, halk suskun. Padişah suskun.

*Cumhurun Reisi, bir grup ‘sinemacı tayfayla’ Hindistan yollarına düşüyor. Reis açıklıyor, “Sanat ticaret aracıdır. Hindistan sineması ve Yeşilçam sineması bize yeni kapı aralayacaklar.” Sanatçılar suskun, basın suskun.

*Galata ve Haydarpaşa’da yeniden ihale hazırlıkları yapılıyor. Çalık grubuna güzellenen Tarlabaşı kentsel paylaşımı gün sayıyor. Kent, tarihinin en büyük talanı için gümüş tepside ikram ediliyor. 3. köprü güzergahı ilan ediliyor. Orman alanları ve kentin su havzaları betonlaşmış bir talana yenik düşecek; bu biliniyor. Ülke suskun, örgütler suskun, görev yine Mimarlar Odası ve Karanlığa Karşı Sanat Cephesi’ne kalmış gibi gözüküyor.

*Halk, suskun-yenik-ezik ve kanadından teslim alınmış ürkek bir güvercin şaşkınlığı içinde!

*Tekel işçisi direniyor. Sosyalistler ve emek örgütleri işçi kardeşleri ile kol kola girmiş, “Biz haklıyız Biz kazanacağız” diye tüm dünya insanlığına sesleniyorlar.

*Son Osmanlı padişahı bağırıyor, “kimse bizi işçi düşmanı gösteremez”! Yardımcısı Yazıcı ünlüyor, “Bu işe şeytan karıştı”!

*Tekel işçisi direniyor. Bütün bir ülke, onurlu insan olmak ve onuru ile yaşamak ne demek öğreniyor,

*Sanatçılar, kötü yazılmış, kötü kurgulanmış, kötü çekilmiş, kötü seslendirilmiş bir filmi bile bile izliyor! Yazarlar suskun, edebiyatçılar suskun, oyuncular suskun. Her koşulda ahkam kesen ‘duayenler’ suskun.

*Tekel işçisi direniyor. Bu gün direnişte 57. gün, sonrası. 58… 70, 71… 80... 85…

*Sanatın ve sanatçının gündemi ne? bilinmiyor.


oaydinoaydin@gmail.com

1 Şubat 2010 Pazartesi

Ayrışma…


Kavga sertleşip gerildikçe, çıkar ilişkileri üstüne kurulu saflaşmalar netleşiyor.

Hep böyle olmuştur.

“Güçlü olan haklıdır ve doğrudur” sahteciliği, bir kez daha gerçeğe bürünüyor!

Dünden bu güne yaşayarak geldik ve gördük; sırtını bir erk’e dayamadan yaşama tutunamayan zavallılık, kapı kulu olmaya karar verdiğinde, bu sözün ardına gizlenir!

Bakın ülkenin ‘döneklik’ tarihine, yanılmazsınız.

Şimdi de öyle oluyor.

AKP, tüm araçları ile alanlarımıza saldırdıkça; teslim bayrağını ellerinde tutanlar, birden cesaretlenip, korkak ve sinsi bir ürkeklik içinde güruha dahil oluyorlar.

AKM, Muhsin Ertuğrul, 2010 ve haince yer edindirilmeye çalışılan ‘yasakçılık’ konularında ayrışma netleşiyor.

Sistem cambazları gerçeklerin üstünü örtmek için, her tür yalana-dolana başvurarak, haklı çıkmanın peşindeler!

Anlaşılan Kadir Topbaş’ın Harbiye Muhsin Ertuğrul çok amaçlı salonu’nun ‘videolu açılışı’ işe yaramış, ardından Başbakan’ın salvoları işe yaramış, yetmedi İskender Pala hazretlerinin incileri işe yaramış, 2010 AKB açılışında çekilen nutuklar, göz boyama seviyesizliği işe yaramış!

“Yanılmışız” diye demeçler verenler, “adamlar çalışıyor işte’”diye açıklamalar yapanlar, “boşuna bunlar boşuna” diye vaaz verenler, “ siz kimsiniz, kendinizi ne sanıyorsunuz” diye ahkam kesenler, gazete sütunlarından ad vererek ‘jurnalcilik’ yapanlar pıtrak gibi çoğalmaya başladı.

Hiç şaşırmadım.

Yıllardır altını çizerek dillendirdiğim gerçek, ortaya çıkıyor.

Bu ayrışma, iki yıl önce Orhan Alkaya’nın genel sanat yönetmeni olarak atandığı dönemde “yarılma” diye adını koyduğum, adam devşirme politikalarının sonuçlarından başkaca hiç bir şey değildir.

Eğer çağının sorumluluklarını yüklenmiş bir yaratıcı değilsen, sanatın değiştirici, geliştirici, öncü ve öğretici olan devrimci gücünü-ruhunu kavramadıysan ve bu amaç için kavgaya atılmadan gününü gün ediyorsan, aklın kıt, ufkun sığ ise, yalana esir düşer günü geldiğinde de, ‘kul’ olursun.

Pek sayın hanımlar, beyler bu ülkede birlikte yaşıyoruz.

Toplumsal ayrışmayı sonuna kadar körükleyen, işsizliği yirmi kat, yoksulluğu elli kat, yolsuzluğu bin kat artıran, yalanı-dolanı kendine aş-iş edinen, işçi ve çalışan haklarını gasp edip, devletin tüm olanaklarını dinci cemaat ve vakıflara sunan, yobazlığı yol arkadaşı ilan ederek hayâsızca geleceğimize saldıran, hukuk ve yargıyı ele geçirip saltanatını sürdürme planlarını kurgulayan, kendinden başka hiç kimseye yaşam hakkı tanımayan bir organizasyonun parçası olmak, hangi insanlık onuru ile eş değerdir?

AKP’nin korku, baskı ve sindirme politikalarına yenik düşen, bu yüzden sessiz yığınlara dönüştürülen binlerden ne farkınız var diye bir soran olmaz mı sanıyorsunuz?

Elinize kalem aldığınızda titrek, sahnelere çıktığınızda korkak olduğunuz, gerçeğe sırtınızı dönüp, yalana alkış durduğunuz sürece; sokakta yürürken başınızı öne eğmek durumunda kalmayacak mısınız?

Bu devran böyle mi sürecek?

Bu padişah saltanatı bitmeyecek, sende gününü gün edeceksin öylemi?

Vah sana zavallı dönekliğim, vah sana satın alınmış insanlığım, vah sana çıkarı için ‘sanatını okka ile satan’ aymazım, vah sana akıl fukaralığım vah.

Bu gün alnınızın orta yerine yapışan bu kir, günü gelir silinir mi sanırsınız?

Sayfalarınızdan, köşelerinizden, ekranlarınızdan ünleyebildiğiniz kadar ünleyin!

Biz, bu güne dek söylediğimiz her sözün, haykırdığımız her gerçeğin arkasındayız.

Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin önünde söylenenler, AKM’ nin önünde dillendirilenler, bildirilerimize yansıyanlar, yazıp aktardığımız düşüncelerimiz; karanlığı ve ona sahip çıkan madrabazlığı, tarihin çöplüğüne süpürmek içindir.

Şimdi ise, işimiz daha da kolaydır.

Kara örtünün altındaki leke, kendini ele vermiştir.



oaydinoaydin@gmail.com.