28 Ocak 2010 Perşembe

27 Ocak 2010 Çarşamba


28 Kanunisani

ta ata aa ta ta ha ta tta ta

tarih

sınıfların
mücadelesidir

1921

kanunisani 28
karadeniz
burjuvazi
biz

on beş kasap çengelinde sallanan
on beş kesik baş

yoldaş
bunların sen
isimlerini aklında tutma
fakat
28 kanunisaniyi unutma!

"siyah gece
"beyaz kar
"rüzgar
"rüzgar".

trabzondan bir motor açılıyor
sa-hil-de-ka-la-ba-lık!
motoru taşlıyorlar
son perdeye başlıyorlar!

burjuva kemal'in omuzuna binmiş
kemal kumandanın kordonuna
kumandan kahyanın cebine inmiş
kahya adamlarının donuna
uluyorlar

hav... hav... hak... tü
yoldaş unutma bunu burjuvazi

ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:

- hav...hav...hak...tü

- gördün mü ikinci motörü?

- içinde kim var?

- arkalarından gidiyorlar.

- ikinci motör birinciye yetişti

- bordoları bitişti

- motörler sarsılıyor

- dalgalar sallıyor sallıyor dalgalar.

- hayır

iki motörde iki sınıf çarpışıyor

- biz onlar!

- biz silahsız onlar kamalı

- tırnaklanmız

- kavga son nefese kadar

- kavga

- dişlerimiz ellerini kemiriyor
kamanın ucu giriyor

- girdi...

- yoldaşlar, ey!

artık lüzum yok fazla söze:

bakın göz göze

- karadeniz

on beş kere açtı göğsünü,
on beş kere örtüldü.
onbeşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü

1923 - MOSKOVA
Nâzım Hikmet
Günler ağır…



Dünden bugüne yaşam renklerini yitirerek geliyor.

Sıcak merhabalarla hayatınızda yer etmiş birçok dost, bir başka sabah, hazan yaprağı gibi salına salına süzülüp gidiyor.

Öyle bakakalıyorsunuz.

Ölüm kalleş. Yüreğinizin taaa orta yerine saplanıyor.

Her mevsim, elleri umut, sevinç ve yürekleri uçsuz-bucaksız maviliklerce kuşatılmış nice dost yürek, tek tek düşüyorlar toprağa.

Henüz yaşıyoruz ve hayata tanıklık ediyoruz; ondan olsa gerek, bu alıp başını gidişler benim canımı yakıyor.

Kızıyorum dostlarıma.

Pos bıyıklarının altından kahkahalarla gülen, haksızlıklara ağız dolusu küfürler savurup, ürettikleri ile yanıt veren Ali Taygun mesela, bir erken ölüm değil midir?

78 Sonbaharında tanımıştım.

Ankara Çağdaş Sahne, o fırtınalı yılların dolup taşan salonuydu.

Kulislere inen merdivenlerin ilk açıldığı kapının ardındaki büyük masanın bir başında o oturuyor, çevresinde bizler.

Masanın orta yerinde bir Nazım kitabı duruyor. Bilgi yayınevince basılmış, Abidin Dino’nun çizgileri ile bezeli, KUVAYİ MİLLİYE.

Kitabı işaret ediyor Ali, “Oyunumuz, bu destan sevgili arkadaşlarım!”

Oyuncular için yeni bir oyun, anlatması zor bir sevinçtir. Birden eller titrer, ses tınıları değişir, yürekleri kıpırdar, ıslık çalan, kahkahalar savuran çocuklar gezinir bedenlerinde.

“Büyük bir fabrikanın şantiyesi gibi düşünün sahneyi, her yer inşaat malzemeleri ile dolu, İşçiler kendi aralarında konuşur gibi okuyacaklar destanı. Ara metinler olacak, bir kısmı yazıldı, bir kısmı yazılacak, diğer bir bölümü de provalar sırasında şekillenecek. Hepimize kolay gelsin.”

O günden sonra değişik okuma sesleri yükselmeye başladı salondan. Kulislerin birinde Erdinç Bora, Köksal Engür, Nuri Gökaşan başka birinde ben, Gülsen Tuncer, Metin Coşkun. Serpil İnanç, Yaman Altınok. Ömer Özgeç’in odasından gitar, flüt, obua sesleri sahnenin üstüne taşıyor.


“Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil,
hakim
ve çocukturlar”

Ara metinler monte ediliyor destana ve ‘FABRİKALARDAN KUVAYİ MİLLİYE DESTANI’ adıyla şekilleniyor oyun.

Ali Taygun’un kaleme aldığı metinler, günümüze de ışık tutan zenginliktedir.

Ali, TKP-TİP geleneğinin iz sürücü dostlarımızdan biri olarak bilinir ve tiyatroda gerçeğin izini süren, cesur, çağdaş, çarpıcı bir devrimciliğin peşinden koşardı. Dünya tiyatrosunda olup-bitenleri yakından izlerdi. Toplumların devrimci davranışlarını izlemek, sanatsal yaşama güç katıyor, geliştiriyor ve öğretici oluyordu. Bu politik heyecan, dönemin birçok oyuncusunu kuşattığı içindir ki, sürecin tiyatrosu ciddi anlamda değiştiricidir.

Salonlar tıklım tıklımdır. Öğrenciler, işçiler, memurlar adeta oyun izleme yarışında gibidirler. Seyirci ile oyuncular, aynı özgür dünyayı düşünürler ve aynı mavi gök için birlikte şarkı söylerlerdi.

Evet doğrudur. Okunurdu. Ne bulunursa okunurdu. Tüm klasikler en çok bu dönemde okunmuştur. Rus, İngiliz, Fransız, Alman edebiyatı gündelik yaşamın tartışma konusudur.

Türk Edebiyatı, coşkun ve sevinçli bir telaş içindedir.

Şiir, yakmıştır mendilin ucunu. Müzik, meydanlara taşmaya başlamıştır.

Yaşam, sevinç yağmurudur. Şairlerle, oyuncular, yazarlar sımsıcak dosttur.

Oyuncu arkadaşlarımın da, benim de kitapçı dostlarımıza borcumuz vardır. Ben, halen Zafer Çarşısı içindeki, kapısı kitaptan kapanmayan dükkan yüzünden, Remzi İNANÇ ağabeyime borçlu olduğumu biliyorum.

Evet tartışılırdı. Gündelik siyaset ve devrimci davranışlar kulislerin vazgeçilmeziydi. Dahası, tiyatrolarda fraksiyonlar vardı. Oyuncular, farklı farklı sosyalist yapılaşmalara inandıkları için, birbirleriyle amansız politik kavgalar yaşardı.

Yani hayat hep taptazeydi, gerçek ise hep aranan.

Sokaklar, cıvıl cıvıl devrimci. Meydanlar bahar dalı. Yüreğiniz zenginleşiyor, içinize işleyen gümbürtüyle.

İşte Ali, bu hayatın kalbinde gezinenlerden biridir aslında, bu yüzden Nazım şiirleri arasına bağlantı sahneleri yazarken çok dikkatlidir ve Vasıf Öngören gibi dostlarına danışmaya gerek duyar.

Oluşan metin can alıcı bir sorunu tanımlar; Örgütlenme.

Bir fabrika inşaatında çalışan işçiler, iki ayrı sendika tarafından örgütlenmeye çalışılır. Dönemin sermaye çevrelerinin ve sistemin adını ‘kızıl’ koydukları sendika ile kızılların adını ‘sarı’ koydukları sendika arasındaki, iki işçi grubunun örgütlenme meselesidir sahnede tartışılan. Kızıllar sarılara destanı okurlar ve bağımsızlık ruhu birleştirici olup aynı safta buluşan işçilerin zaferi, oyuna noktayı koyar.

Provaların on beşinci günündeyiz masa başları sürüyor. Büyük bir kamyon yanaşıyor tiyatronun kapısına, yüksek gerilim hatlarında kullanılan, elektrik tellerinin sarıldığı o koskoca ahşap tekerlek biçimindeki malzemeler indiriliyor.

Gözlerimiz büyüyor. Ali dediğini yapmış.

İlk prova kapının önünde başlıyor adeta. Her oyuncu, bu birebir gerçek olan dekor parçalarına omuz veriyor. Kendimizi nasıl bir sahnenin içinde bulacağımızın ilk işareti oluşuyor o an.

Sahneye taşıyoruz. Çocuk gibi Ali. İstediği mekan biçimleniyor. Arkada bir iskele oluşturuluyor. Üstüne çıkılıp inilen ve her iki yandan merdivenleri olan 4 metre yüksekliğindeki bu köprü, oyunun atar damarıdır.

Ali, dekorun içinde gezinmemizi, bu sanayi ürünü malzemelere dokunarak, hissederek tanışmamızı istedi ve bunu yılmadan günlerce yaptırdı.

Mizansen kendiliğinden oluşmaya başladı. Sahnede kendimizi, bir gerilim halinde ayrışan ve sonunda coşkuyla birleşen oyuncular olarak bulduk

Bir sabah tiyatronun ışık yollarında kedi gibi dolaşan Ali Taygun’u buluyoruz. Sıkışıp kalmıştı yukarda. Yaman Altınok’la kahkahalara boğuluyoruz.

Bir deney olduğu için söylemek isterim, Ali’nin oyun için yaptığı ışık tasarımı, bu gün ödüller alan dostlarımın izlediği yoldur.

Ömer’den müzikler geliyor. Sahnede elinde gitar ilk kez, ‘Zafere Dair’ şarkısını çalıyor. Bir hoş oluyor hayat. Beş dakika sonra hepimiz mırıldanmaya başlıyoruz şarkıyı, sanki bin yıldır dilimize dolanmış bir ezgi ortaya çıkan. Seviniyor gönlümüz.

Nazım, yeniden ışıyor yüreğimizde.

54 gün çalışıyoruz. Oyun, Ekim ortası gibi can buluyor.

İlk gece, hepimiz şaşakaldık.

Salondan sloganlar yükseldi. ‘İşçiler birleşin, iktidara yerleşin’

Kuliste sevinçler birbirine karışıyor. Kucaklaşıyoruz. Ali’nin eli-yüzü kahkahalara bulanmış. ‘Yarın sabaha bir prova koyalım!’

Oyun önce salonda -bilmeyenler için yazmalıyım, orası şimdiki D.T ŞİNASİ SAHNESİ’ dir- sonra Gençlik Parkı Açık Hava Tiyatrosu’nda kapalı gişe oynandı.

Gala gösteriminden hemen sonra Ali İstanbul’a döndü. Yönetmen yardımcıları, Yaman Altıok ve Orhan Aydın imzalı ‘haftalık oyun raporlarını’ üç ay süreyle istedi ve posta yoluyla ilettik. Oyun ilk ayında yine Ali’nin isteği üzere, ‘final sahnesi’ için yeniden provaya alındı. Bu durumun, yönetmen disiplini açısından önemli bir örnekleme olduğunu düşünüyorum.

Yaşamın o günden sonrasında, Ali Taygun ile yolum yüzlerce kez kesişti.

Yaptığı onlarca oyunu alkışladım.

Siyasal çalkantılar, zaman zaman onu da savurdu. Ama, kucaklar dolusu dost gülüşü gözlerimde kaldı.

Uğurlanırken, Zeki ÖKTEN ağabeyin elini tuttu Ali.

Öyle sessiz, sakin, ağır bir yorgunluk içinde yok oldular.

“Günler ağır,
Günler ölüm haberleriyle
geliyor.
En güzel dünyaları
yaktık ellerimizle
ve gözümüzde kaybettik ağlamayı.”

oaydinoaydi@gmail.com

26 Ocak 2010 Salı

Ölüm ilanı…


Seni tanıyordum.

Elinde silah, Komünist avına çıktığın ta o ilk günlerden beri seni tanıyordum.

Önce Ankara da sonra İstanbul da ve tüm bir ülke de kana bulamadığın sokak, Kahvehane, Okul avlusu, Fabrika önü kalmamıştı.

Ev baskınları yaptın, kör karanlıklarda.

Boğarak öldürdüğün arkadaşlarımın üstüne, kurşun yağdırmak marifetlerin arasındaydı.
Bahçelievler de yedi canıma sen kıydın.

Ellerine bulaşmış insan kanıyla, yüzünü yıkıyordun her sabah.

Sarkık bıyıkların, yaz-kış üstünden çıkarmadığın kara ceketin, korkak- hain sinsi, kan oturmuş bakışların, gözümün önünden hiç gitmedi.

16 Mart katliamında kardeşlerimin üstüne kurşun yağdıranların başında sen vardın.

1979 kışında, Ankara Ziraat Fakültesi öğrencisi, Kayınbiraderim Sabit Torun’u Balgat ta evinin önünde pusu kurup, yaylım ateşine tutanların başında sen vardın.

Kalbura çevirdiğiniz o körpe bedendeki, yirmi bir kurşunun dört adedi, senin cinayet aletinden çıkmıştı.

Maraş’ı kana sen buladın.

Annelerimizin karnındaki, bebeklerimizi katlettin.

Bir değil, beş değil, on değil yüzlerle canımızı ateşe verdin.

Yozgat, Çorum ve 93 te Sivas ta yine sen vardın.

Bir dağ başında, elinde silahın uluyan resimlerini anımsıyorum,
Madımak ateşe verildiğin de, “tahrik var” diyen yine senin ölüm kokulu sesindi.

Korkağın tekiydin.

Uçan kuştan, akan sudan, kararmış geceden, gündüz güneşten ve insan sesinden ödün patlardı.
Bu yüzden olsa gerek seni yalnız başına kimse görmedi!

Kuyruğunu kıstırıp, sokak köşelerine pusu kuran, uyuzluk misali yaşadın.

Ardında iş ortağın onca ‘tosuncuk’ varken, hep güvencede hissettin kendini.

Bu ülke katillerini seviyor ya, seni daha çok seviyorlar!

Bahçeli de seviyor seni, Baykal da, Tayyip te, Erbakan da.

Halen arkan sağlam.

Ardından methiyeler düzülüyor!

Yazık oldu sana yazık. Ölümün böyle olmamalıydı!

Ateşe verdiğin o Maraş yolu, canını aldı!

Çakılıp kaldın bir dağın başına.

Beş santim buz tutmuş bedenin.

Zavallı ürkek yüreğin donmuş!

Üzülmedim.

Hiç unutmayacağım söz!

Aklıma Faşizm düştüğü her an, önce seni anıyordum, yine seni anacağım.

oaydinoaydin@gmail.com
Gün dönüyor…


Ankara’da Tekel işçileri, İstanbul’da itfaiye işçileri AKP’yi köşeye sıkıştırdı.

Halkın büyükçe bir bölümü sepya bir film izler gibi, öyle şaşkın bakakalmış durumdalar, suskun!

‘Bu ülkenin binlerce emekçisinin kaderi ortak, aç açın halinden anlar, bu hak mücadelesi bir onur dayanışmasına dönüşür ve işçiler kazanır’ derken, birileri burun kıvırıyor, birileri de tehdit üstüne tehdit savuruyor.

Toplumsal çürümenin izlerini arayanlara açık adres!

Başkaca tuhaf şeyler de oluyor.

Bu ülkede hak ve eşitlik mücadelesi veren, örgütlenme ve sendikal haklar için alanlara çıkan insanlığa, patron ve polis destekli Amerikancı, faşist gelenek, bu durumdan kendine pay çıkarmak istiyor!

MHP’nin hangi yüzle hak arayışlarının yanında olduğunu (!) bir kez daha sorgulamak gerekmiyor mu?

Bir yandan kardeş kavgasının silahlarını kuşanıp, ülke geleceğini ırkçılık zemininde gerecek, Anadolu’nun dört bir yanında kurtçuklarını yoksul halkın, farklı etnik kimlik taşıyan yurttaşların üstüne salacaksın, üniversitelerde, iş yerlerinde faşizmin kanlı sopasını sallayacaksın, dinci gericilikle kan kardeşliğinde sınır tanımayacaksın, öte yandan hak arayan işçilere gülücükler dağıtacaksın!

Bu eylemler, olası bir MHP iktidarı sırasında gerçekleşiyor olsaydı, acaba neler olurdu diye sormadan alamıyorum kendimi.

AKP ile MHP’nin işçi ve emek düşmanlığı, aynı damardan beslenen ve bin yıldır yaşatılan bir ortak kinin adı değil midir?

Ancak onlar da biliyor, biz de biliyoruz ki bu iş burada bitmez.

İşçiler kararlılıklarını sürdürdükleri, dayanışma çığ gibi büyüdüğü sürece bu saltanat ve bu yalan mutlak yıkılır.

Gerici basın ve kalemşorlarına, tüm liboşların-döneklerin yazdıklarına-söylediklerine bakınca da, ‘korkunun ecele faydası olmadığını’ bir kez daha anlıyorsunuz.

Kuyruklarına basılmış durumdalar.

Bet seslerle çoğalttıkları çığlıklarını, tüm insanlık duyuyor olsa gerek!

Biliyorlar, tarihimiz sınıf dayanışmasının onlarca örneğini yaşadı.

Hiç birinin üstü öyle süslü-püslü yağdanlık lafazanlıklarla örtülemedi, örtülemez de.

Emek hakları için mücadele edenler ve yan yana gelip mutlu bir gelecek için şarkı söyleyenler, yeni bir tarih yazıyorlar.

Kazananlar da onlar olacaklar.

O “büyük insanlık”, umudu yeşertiyor çünkü.

Bu giderek çoğalıp biriken deney, başkaca hak arayışlarının ateşleyicisi olması açısından bir örnek olacağı için, feryat ediliyor.

Sistemin tüm iplerini elinde tutan bezirganların asıl korkusu da bu olsa gerek.

Öte yandan, sanata saldırılar dörtnala yol alıyor.

İskender Pala adlı Kadir Topbaş beyin eski danışmanı olan zat, AKP’nin açık niyetini dillendirip; tiyatroya, tiyatro emekçilerine hem de haddini aşan bir seviyesizlikle saldırıyor. Nafile!

2010 Avrupa Kültür Başkenti yalanının ardına gizlenen göz boyama ustaları, dillerinde sabun köpüğü sözcüklerle ortalarda dolaşıyor.

TV ekranlarından inmeyen “pop yıldızları” kentin meydanlarında sahnelere çıkarılmaya hazırlanıyor!

Eşe dosta, yandaş vakıflara ısmarlanmış projeler süslenip-püslenip halkın önüne konuluyor.

Kimin parası kime akıtılıyor bilinmiyor!

2010 Ajansı üstünden elde edilen rant açıkça gizleniyor.

Kongre Vadisi içine hapsedilmiş Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin açılışında, yıkıma karşı koyan sanatçıları, sivil toplum örgütlerini başkan bey, ‘deşifre’ etmeye hazırlanıyor. Ne gam!

Ajans’ın başı Şekip Bey, Belediye Başkanı Topbaş ve Kültür Bakanı, AKM’de yıkıma ve koruma kurulu kararları dışında yapılmak istenenlere direnen ve tüm yargı süreçlerini kazanan bizleri suçluyorlar. Ne fayda!

21. yüzyıldayız.

Bu ülkede yaşanan her şey, halkın gözleri önünde gerçekleşiyor.

Ankara’da Tekel işçilerinin hak arayışına biber gazını, polis copunu ve tazyikli suyu reva görenler, İstanbul’da itfaiye işçilerinin üstüne kılıç-kalkan ekipleriyle saldırıp, bir gece baskınıyla direniş çadırlarını yıktıranlar ve sanata-sanatçılara küfürlerle, yalanlarla saldıranlar aynı gerici damarın iz sürücüleri değil midir?

İzliyoruz.

Kardeşlik edebiyatı üstünden, ayrıştırma politikaları meclis gündemlerinde hayat buluyor.

İnsanlar, kent meydanlarında en demokratik hakları olan ‘basın açıklamalarını’ bile yapamıyorlar.

Bazı kentlere ‘giriş kapıları’ oluşturuldu, ‘Amerika defol bu memleket bizim’ pankartları bu kentlere sokulmuyor.

Linç kültürü, dinci gericiliğin ve ırkçılığın yeni silahı olarak, toplumsal yaşamımızda yer ediniyor.

Roman halkı, ırkçı kışkırtmalara kurban edilip, yaşam alanlarından hem de ‘devlet destekli’ sökülüp atılıyor.

Ülke hızla uçurumdan aşağıya yuvarlanıyor.

Ekonomideki yalan büyüyor. Çatlak, büyük bir fay gibi.

Yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, sahtecilik artık insanlık onurunu zedeliyor.

Ama, gün dönüyor.

15 Ocak’ta 108 yaşına giren Nazım Hikmet, 1930 tarihinde müjdeliyor gelecek mutlu, ışıklı günleri.

“Güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
-ceğiz…
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
Işıklı maviliklere
Süre-
-ceğiz..”

oaydinoaydin@gmail.com
Ne zaman…

Ülkemizde yaşanan tüm olumsuzluklara karşın perdelerimiz sonuna kadar açık ve seyircilerimiz salonlarımızı boş bırakmıyor.

Bunca yoksulluğun, işsizliğin olduğu bir ülkede, bu hiç küçümsenmeyecek bir durum olmalı.

60. yaşını adımlayan DT altın yıllarını yaşıyor.

İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarının üstünde, siyasi erkin tüm baskılarına karşın, yaratıcı dostlarımız üretiyor ve seyircileri ile buluşuyor.

Eskişehir’den İzmir’e, Antalya’dan Trabzon’a, Erzurum’a kadar her gece alkışlar birbirine karışıyor.

Özel tiyatroların yaşadığı sıkıntılar, direnme güçlerini kamçılıyor ve inatla üreterek seyircileri ile çoğalmaya devam ediyorlar.

Amatör toplulukların, tiyatro yaşamımıza kattığı canlılık ise kayda değer

Üniversiteler kıpır kıpır.

Yaşadığımız günler, ülkemizin daha da sancılı bir zamana doğru evirildiğinin işaretleriyle dolu.

Barış ve kardeşlik adına edilen hamasi sözler, milliyetçiliği şahlandırarak, iç kargaşanın tırmandırılmasına kapı aralıyor.

Toplumsal gerginlik, hoşgörüsüzlüğü ve düşmanlığı kamçıladıkça linç kültürü adım adım yer ediniyor.

Kirlenmenin ve çürümenin ayak izi olarak tanımlayabileceğimiz bu olgu, kültürel zenginliklerimizin yok olmasına, ellerimizin arasından yitip gitmesine de neden oluyor.

Bu saptamaları yaparken, tüm sanat alanları ile birlikte, sahnelerimizdeki yaratıcılara da önemli görevler düştüğü gerçeğinin altını çizmekte büyük yarar görüyorum.

Barış, öyle gökten zembille inecek bir olgu olmadığına göre, siyasi davranış biçimlerinin tüm karmaşasına karşın sanat, yeni bir tarihsel görev üstlenerek, kendi misyonuna devrimci bir katkı sunabilir.

Günübirlik göz boyamalara, aldatmacalara, üstümüze yağmur gibi yağdırılan yalana karşı barışı kışkırtmak, barışa omuz vermek, söz kurmak, ışık yakmak, bizleri kendi kültürel zenginliğimizle yeniden buluşturacak ve kardeşlik kapıları sonu kadar aralanacaktır.

Bunun için yapılması gerekenler öyle büyük sözlerle oluşmayacaktır.

Sorunlarımız ortaktır ve bu sorunların üstesinden ancak, ortalaşarak gelebileceğimiz gerçeği de ortada durmaktadır.

Birlikte davranış, elbette örgütlü alanların ve toplumların kotarabileceği bir akıl yoludur.

Hayat bunun örnekleriyle dolu.

Dünyalı meslektaşlarımızın, kendilerine ve alanlarına yönelik, sistemlerin dayattığı haksız uygulamalara karşı gösterdikleri ortak direnç, kazanımlarını artırmış ve alanlarının eşit-özgür haklarla örülmesini sağlamıştır.

Ankara meydanlarında onurlarını birleştirmiş tekel işçileri, bizler için en canlı örnek olsa gerek.

Aş için, ekmek için ve çocuklarının mutlu geleceği için el ele verenler, en insani istem olan, yaşam haklarını haykırıyorlar.

İşçilerin, emekçilerin ördükleri bu dayanışma kültürü, bizlere ne zaman örnek olacaktır?

Ne zaman, yan yana gelip üstümüzde tepinen bu düzeysizliğe ortak yanıt verme gereği duyulacaktır?

Haklar ve özgürlükler ne zaman bizim gündemimizde yer edinecektir?

Daha ne kadar bu sisler içinden, hayatlarımıza taşan sıradanlığın izleyeni olacağız.

Birbirimizin sabrını sınayarak, bu durumdan bir çıkış var mıdır?

Hani sanat akıl açıcı, aydınlatıcı, değiştirici, dönüştürücü ve kültürel zenginlikler için kaynaştırıcı görevleri de olan bir gerçeklikti.

Evet perdelerimiz sonuna kadar açık, ama hayata karşı kendi perdelerimizi de sonuna kadar açık tutmanın zamanı gelmedi mi?

oaydinoaydin@gmail.com
SANATÇILARDAN YANIT

‘AKM YIKIMINA DİRENENLER KAZANDI.’

Bilindiği gibi, on dört aydır ‘yıkılmak üzere kapalı tutulan ‘ AKM ile ilgili KÜLTÜR SANAT-SEN ve sanatçılar açtıkları ‘yürütmeyi durdurma’ davasını geçtiğimiz yılın Ekim ayında kazanmışlardı.

Taraflardan Kültür Bakanlığı ve 2010 AKB Ajansı karar itiraz etmiş, ancak mahkeme itirazı ‘geçersiz’ saymıştı. Yargıtay’a giden karar ise 16.12.2009 tarihinde onanmış böylelikle, “Yıkım yada koruma kurulu kararları dışındaki yenileme projesi” yasal anlamda son bulmuştu.

2009 yılının Aralık ayının ilk haftasında; 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ve Kültür Bakanlığına çağrıda bulunan sanatçılar, Mimarlar Odası İstanbul Şubesi, KÜLTÜR SANAT-SEN, TOMEB, TOBAV, UPSD, ÖZERK SANAT KONSEYİ ve NAZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZİ ‘AKM’ nin koruma kurulu kararları doğrultusunda onarılması için’ bir çağrıda bulunmuş ve ‘Yapı bir an önce onarılarak gerçek sahipleri olan sanatçılara ve İstanbul halkına teslim edilmelidir demişlerdi.

Gelinen süreçte, AKM’ nin koruma kurulu kararları doğrultusunda onarılması için son adım ise 20.12 Pazar günü atıldı.

Kültür Bakanlığı temsilcileri Ali Ağbal, Yusuf Seven, 2010 AKB Ajansı adına Mehmet Gülhan, AKM Müdürü Bülent Bilgin, Mimar Murat Tabanlıoğlu ve yıkıma karşı çıkan taraflar adına Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Eyüp Muhçu bir protokol imzalayarak binanın tadilatına bir an önce başlanması kararı almışlardır.

Protokole göre:
1-Binanın iç ve dış cephesinin 2 nolu koruma kurulu kararları doğrultusunda düzenlenmesi,
2-Depreme dayanıklılık çalışmalarının yapılması,
3-Yangın yönetmenliğine uygun düzenlemelerin yapılması,
4-Teknik malzemelerin gözden geçirilip yenilenmesi.
5-Tüm iç ve dış düzenlemelerle birlikte en geç 6 aylık zaman diliminde bitirilip asal sahiplerine teslim edilmesi kararlaştırılmıştır.

Sürece katkı sunmaya devam eden sanatçılar, mimarlar ve sanat örgütleri ise; yapılan çalışmaları yerinde görmek, önermelerini iletmek ve AKM ‘nin işlevselliğine bir an önce kavuşması için bir ‘İzleme Komitesi’ kurmayı karar altına almışlardır.
Gelinen son durum, 15 Ocak günü kitlesel bir basın açıklaması ile duyurulacaktır.

SANATÇILARDAN AÇIKLAMALAR

Konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Karanlığa Karşı Sanat Cephesi’nin temsilcileri ve Tiyatro Sanatçıları Orhan Aydın ile Orhan Kurtuldu; “Şimdi süreç, yapılan tüm tartışmaları geride bırakıldığı yeni bir düzlüğe doğru eğilmektedir.
Kültür Bakanlığı’nın 2010 Ajansı’nın ve Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’nın suçlamalarla dolu açıklamaları sahipsiz kalmıştır.
AKM için direnenler kazanmıştır.
Süreci yakından izleyeceğiz, KÜLTÜR SANAT-SEN ve TOMEB bünyesinde örgütlenmiş sanat emekçileri bu kazanımı iyi değerlendireceklerdir. Atılan her adımdan, çakılan her çividen, dökülen her harçtan haberdar olmak durumundayız. Koruma kurulu kararları dışında o binaya yapılacak her uygulamanın takipçisi olacağız” dediler.


MUHSİN ERTUĞRUL SAHNESİ VE KADİR TOPPAŞ

Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin 18 Ocakta belediye başkanınca açılacağının duyurulmasını da değerlendiren sanatçılar; “Bizler yaptığımız karşı çıkışın arakasındayız.
Orada Tiyatromuza yıllarca ev sahipliği yapmış tarihi bir yapı ranta tercih edilip yıkılmıştır.
Kongre Merkezi denen uluslararası sermayenin hizmetine sunulmuş bir çirkin yapı içinde göstermelik bir tiyatro yapmayı ancak bu belediye becerebilir.
Bizim oluşturduğumuz baskıyı “mahalle baskısı” sayan başkan, eğer bu baskı olmasaydı orada tiyatro binası da yapmayacaktı.
Önceliğin Kongre Vadisi inşaatına verilmesi ve tiyatro binasının söz verilen tarihten dört ay sonra açılması da manidardır.
Kaldı ki yeni tiyatro binaları yapmak yerel yönetimlerin asal görevleri arasındadır, bununla övünülmez.
Bu yapıyla ilgili temel kaygımızı ise söylemek zorundayız.
Bu bina, Büyük Şehir Belediyesi’nin malımı dır yoksa binayı yapan şirketle belediyenin ortaklığımı söz konusu mudur?
Ayrıca bina gerçek anlamıyla tiyatro yapmaya, üretmeye uygun mu tasarlanmıştır? Kongre Vadisi alanında kaç ağaç kesilmiştir.
Eski tiyatronun önünde bulunan ve alanın simgesi durumunda bulunan heykel nerededir?
Kongre vadisi inşaatının İstanbul görünümüne bulaştırdığı kirlilik için ne düşünülüyor?
Bölgenin trafik akışı ne hale gelmiştir?
Açılışta ‘bir belgesel ile eylemci sanatçıları deşifre edeceğini’ söyleyen başkan kimin başkanıdır? Dünyanı hangi ülkesinde böyle bir uygulama görülmüştür?
Kaldı ki ortada deşifre edilmesi gereken tüm uygulamalar, bizzat belediye başkanı tarafından yapılmaktadır.
Soralım, Büyük Şehir Belediyesi AKP li Belediye meclisi üyelerinin önerisi ile ‘taksim meydanına cami yapılması’ kararını almış mıdır, almamış mıdır?
Mimarlık proje yarışması bile sonuçlanan İstanbul Sahnesi neden unutturulmuştur?
Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun yerine yeni bir salondan söz ediyor başkan, o bina kimin malıdır? TRT ile olan anlaşmazlık çözülmüş müdür?
Tıpkı Haydarpaşa, Galata-port, Tarlabaşı kentsel üleşmelerinde olduğu gibi, bizler orada da rant kokuları alıyoruz.
İtfaiye işçileri ve yurtseverlerce kuyruğu sıkışan belediye, sanatçılara ve sivil toplum örgütlerine saldıracağına belediyecilik görevini yapmalıdır” dediler.
Yalanla yaşamak!


AKP, ‘2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’ balonuna start verdi.

Meydanlardan, TV ekranlarından inmeyen pop yıldızları, havai fişek gösterileri, süslü-püslü laflar, sırt sıvazlamalar bir küfür gibi üstümüze taştı.

Polis barikatları ardından popçulara ulaşmak için bayılanlar, ağlayanlar, hırsızlananlar ve her anlamda tacize uğrayanlar alkışlara boğdular memleketi!

Bağcılar meydanında başörtülü genç kızlar bağırıyor, “yaşasın kültür merkezi olduk”!

Anlaşılan, göz boyamacılar meseleyi iyi belletememişler garibim halka, bunca reklam, gürültü-patırtı, para-pul boşuna mı ne?

Başbakan, Cumhurbaşkanı, Bakanlar ve 2010 yürütücüleri aynı telden çalıyorlar.

Dertleri, bu düzeysizliğe, sıradanlığa, seviyesizliğe, basitliğe, aldatmacaya karşı çıkanları karalamak.

Haliç’deki açılış gecesinden önce, TRT 2 ekranlarından, tiyatro düşmanı İskender Pala efendiden saatler süren inciler izlettirildi tüm ülkeye. ‘Kültür başkenti projesi başkanımızın himayelerinde gerçekleştiriliyor”. Adam, AKP genel başkan yardımcısı sanki. 2 saatlik yayında 50 kez, başbakan ve AKP ye övgüler sıraladı.

Zevat’ın salona geç teşrifleri nedeniyle açılış 1 saat geç başladı ve Yekta Kara yönetimindeki açılış etkinliğinin sonunda, tam 300 sanatçı sahnede unutuldu. Sanatçılar selam bile veremeden zevat sahneyi kuşattı.

Vali, Belediye Başkanı, Başbakan, bakanlar, Cumhurbaşkanı, 2010’cu zevat, sahnenin önünde, arkada 300 sanatçı!

Tam AKP’ye göre evlere şenlik bir durum!

Işık-ses gösterisi denen güzelleme de erken başlayınca, izleyenler kapının önüne hücum etti ve sanatçılar öyle elleri bağlanmış kalakaldılar sahnede.

Gösteri sonrası kırmızı plakalardan geçilmeyen bir trafik oluştu ki, İstanbul böyle işkence herhalde az görmüştür!

İki gün boyunca, ipe-sapa gelmez bir sürü kelam dinledik beylerden!

Başbakan; “Bizi çok sıkıştırdılar, öyle şeyler söylediler ki şaşırdım”, Belediye Başkanı; “Bu kentin, bu ülkenin sahibi bizleriz, sizlersiniz öyle üç-beş kendini bilmezi dinleseydik bir şey yapamazdık” diyorlar.

Yapılanları birlikte gördük!

Harbiye Muhsin Ertuğrul’dan başlayalım.

Bu salonun yalnızca adı Muhsin Ertuğrul’dur. İşlevsizliği daha ilk günden ‘çok amaçlı’ diyerek itiraf edilmiştir. Uluslararası kara para aklayıcılarına, elini kana bulaşmış finans gruplarına, çok uluslu tekellere beş yıldızlı hizmet vermek için inşa edilmiş olan kongre merkezinin içinde, deyim yerindeyse, yerin yedi kat altına gizlenmiştir.

Şehir tiyatrolarına ne kadar ve nasıl ev sahipliği yapacağını da birlikte göreceğiz.

Kaldı ki Belediye bu salonun sahibi bile değildir, olsa olsa küçücük bir hissedarıdır.

Açılışta Başbakan ‘Buraya cami yapacağımızı söylediler, yahu insaf ‘ diye bağırıyor.

Beyefendi yanılıyor.

Biz, hiç bir biçimde o alana bir cami yapılacağı için bu salon yıkılıyor demedik, aksine, “Bu alan rant avcılarına peşkeş çekiliyor, eskisini yıkmadan yenisini yapmayı bilmez misiniz, nedir bu düşmanlık?’ diye seslendik.

AKP’nin Cami projesi, Taksim Meydanı içindir ve bu da büyükşehir belediye meclisince onanmıştır. Bunu Başbakan, hepimizden iyi bilmektedir.

Açılışta, Orhan Kurtuldu, Nedim Saban arkadaşlarımın konuşmalarına yer verilmiş, Harbiye Muhsin Ertuğrul eyleminin görüntüleri izletilmiş.

Başkan bey, ‘buyurun onlar bunları söylediler, biz ise tam tersini yaptık, size bir salon açtık’ diye ünlemiş.

Birileri de, ‘bravo’ sesleri ile alkışlamışlar.

Kimler yok ki salonda, neler olduğunu izleyenlerin dışında, İstanbul kentinin sanat sevicileri çoğunlukta!

Şehir tiyatrolarından bir kısım oyuncular ve daha düne kadar ADD gecelerinden inmeyen, ÇYD çalışmalarına omuz vermiş(!) yaptığı her oyun’u bu anlamda ranta çevirmiş, bir özel tiyatro patroniçesi de var.

Daha çiçeği burnunda, AKP sevici bir ‘diva’!

Hepinizin merak ettiği Orhan Alkaya’yı ise ortalarda gören olamamış, çağrılmamış olabilir mi?

Yazık, ‘yıkım kararını’ bu beye imzalatmışlardı oysa. Ortaya çıkan eseri(!) açılışında görmek onun da hakkı olmalıydı!

Şehir Tiyatroları müdürlüğü ve sanat yönetmenliği o yapıya taşınacakmış.

Nasıl olacaksa. Ne dekor-kostüm-aksesuar-terzi atölyeleri, prova salonları, depoları var ne idari üniteler için uygun mekanları.

Binanın çevresindeki, dev beton kütle, ‘ben buradayım’ diye bağırıyor.

İnsani hiçbir yaşam alanı yok. Ağaçlar katledilmiş, vadideki doku tahrip edilmiş, heykellerin yerinde yeller esiyor, trafik ise keşmekeş.

Bu konuda hep birlikte çokça konuşacağız belli. Ama son sözü, ‘diva’ya verelim. ‘Başkan beyi tebrik ederim’ demiş.

Ne demeli, ah garibim ah, yazık. Sen misin, ‘çağdaş Türk kadın sanatçısı’ peh!

AKM için, sinsice onlarca kirli bilgiyi ortalığa süren, AKP ve yandaş medya çığırtkanlığının da sonu geldi.

Hem de Yargıtay kararları ile bizlerin haklılığı onaylanarak.

Bakanlık ‘itiraz’ hakkını kullanmaktan bile vazgeçti.

Ancak beyler, halen serbest atış halindeler. Hedeflerinde bizlerle birlikte yargı da var.

‘Yıktırmadılar, yaptırmadılar, durdurdular’

Doğru.

Yıktırmadık, durdurduk ama yaptıracağız.

Siz yapacaksınız, biz denetleyeceğiz.

Koruma kurulu kararları ne ise, onu uygulayacaksınız.

Artık, yalana-dolana hiç gerek yok!

İşinizi yapın ve imzalanan ortak protokolü hayata geçirip, salonu gerçek sahiplerine teslim edin.

Durumu eveleyip-geveleyip, kendinize yeni vazifeler çıkarmayın.

Bu arada, kokusunu aldığımız ‘zaman aşımını’ hiç beklemeyin, yanılırsınız.

2010 Ajans’ı denilen şirket, bir yıl sonra sönümlenir gider. Ama tek tek isimleriniz kamuoyunca biliniyor, günü gelir birileri tutar yakanızdan çıkarır halkın karşısına.

Şimdi, bir gecede 7 ayrı alanda yapılan 2010 açılışı etkinliğe harcanan 8.5 milyon lira, ve düpedüz seviyesizlik görüntülerinden oluşan etkinlikler birileri tarafından konuşulacak mı, merak ediyorum!

Bir de, bu gecelerde sahnelere çıkıp sunumlar yapan ‘tiyatrocu’ kardeşlerimin ruh hallerini merak ediyorum. Ne haldeler? İşlerini başarıyla yapmış ülke kültürüne, sanatına katkı sunmuş ve bunun keyfini mi sürüyorlar yoksa, başlarını öne eğip ‘biz ne yaptık’ diye mi düşünüyorlar?

Öyle ya, ‘sanatçı’ dediğin bir etkinliğin içinde bulunurken, ‘neden ve niçin’ sorularını önce kendine sormuyorsa, biz onu hangi sıfatla adlandıracağız?

Ancak görülüyor ki, bütün gürültü-patırtıdan geriye kalan, OYNAMA ŞIKIDIM, ŞIKIDIM’dan başkaca bir şey değildir.

oaydinoaydin@gmail.com.