27 Ocak 2012 Cuma

“Kimi ölüler bize ne kadar yakın ve yaşayanların birçoğu ne kadar da ölü.”
19 yıl olmuş.
Gün gibi anımsıyorum.
Katledilişinden dört ay önce bir uçak yolculuğunda bana anlattıkları gerçek oldu.
“Aklımızın da gözlerimiz gibi açık olması gerekiyor, insan kim kimdir anlayana kadar olup bitiyor her şey. Ölüm bu; nereden geleceği belli değil!”
Öyle de oldu.
Gaziosmanpaşa’da evinin önünde bir hain tuzak kuruldu.
Gökyüzüne yükselen ses, kuşları vurdu kanatlarından, hava kan koktu.
Patlayan bombanın parçaladığı bedenden kopanlar, Çankaya sırtlarından dağılarak katillerin, katil sevicilerin alınlarının orta yerine yapıştı.
O gün bu gündür canilerin suratlarına sıçrayan kan aynı yerdedir.
Ama asıl benim yüreğimi burkan, cenaze törenindeki binlerce şemsiyenin altında gözyaşlarıyla susan insanlığın durumudur!
Ankara caddeleri, sokakları simsiyah bir yalnızlığa bürünmüş, haykırışlar nefeslerimizde düğüm olmuş, çaresizliğimize ise yağan yağmurla birlikte söylenen şarkı eşlik etmeye başlamıştı.
“Yiğidim aslanım burada yatıyor”
Oysa bir çalı süpürgesiyle toplanıp torbalara doldurulan beden, bizim de bedenimizdi.
Anlamıyorduk.
Kurulan hain tuzak hepimiz içindi.
Bilemiyorduk.
Patlayan bomba, bir kindar namussuzluğun, alçaklığın, düşmanlığın, ta kendisiydi.
Çözemiyorduk.
Oysa yazmıştı bütün bunları.
“Giresun’daki köylüler sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler sizin için öldük. Adana’daki paramparça elleriyle pamuk toplayan işçiler sizin için öldük.”
İnsanlık tarihimizde darağaçlarında sallanan yüreklere, kurşunlanan, ateşe verilen canlara, zindanlarda çürütülen onurlu direnişçilere ne yapıldıysa ona yapılan da oydu.
Katiller ise hep aynıydı.
Aynı cahil cesareti örgütlenmiş karşımıza dikilmişti.
“Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar ağabeyimiz, babamız yaşındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına bizleri bir şafak vakti ipe çektiler”
Bugün de öyle değil mi?
Yayınlanmamış kitaplar suçlu, gazeteciler-yazarlar hapiste, baskısı binlerce yapılmış kitapların yeni baskıları yasak.
Tertiplere ve madrabazlıklara boyun eğmeyenler suçlu.
Hayatlarını ve yaşam alanlarını korumak isteyen köylüler “hain.”
Örgütlenip sendikal haklarını talep eden işçiler, işsiz.
Ülkesinin tam bağımsızlığını isteyen devrimci onurları anmak suç.
Yumurta atan öğrenciler içerde, memleketi soyan hırsızlar, namussuzlar dışarda.
Ülkeyi santim santim pazarlayıp satmak ‘şerefli’ olmakla eş değer, bağımsızlık istemek ‘vatan hainliği’ ile.
Yargı gasp edilmiş, hukuk adliyelerden kovulmuş.
Ordu “hizaya getirilmiş”, polis cemaatin ön bahçesi olmuş.
Basın işgal edilmiş.
Sağlık sistemi çökertilmiş.
Eğitim özelleştirilmiş, dinci gericiliğin-yobazlığın ellerine teslim edilmiş.
Cemaat insan avına çıkmış.
Ayrımcılık adalet sayılmış.
Azınlık hakları gasp edilmiş.
Ülke katil seviciler cenneti olmuş.
Vatan işgal, akıllar dinciliğe esir edilmiş.
“İmam hatip okulları ne işe yarar? Bunlar imam hatip olmuyorlar. Yargıç, savcı oluyorlar, kaymakam oluyorlar. Yapılan bir araştırma kaymakam yetiştiren bölümlerdeki öğrencilerin yüzde 41’inin ilahiyat kökenli olduğunu gösterdi. 2000 yılına doğru baktığımızda vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak ve günü gelecek bir imam hatipli Başbakan, başka bir imam hatipli Cumhurbaşkanı olacak.”
Evet, öyle oldu.
Günü geldi ve Mumcu’nun söylediklerini hayat doğruladı.
Şimdi yaşamlarımız esir edilmeye çalışılıyor.
Ülkenin akıl ayarlarıyla oynanarak, “Cumhuriyet’ten intikam” sesleri inletiyor yeri-göğü.
Elbette buradan da bir çıkış yolu vardır.
Umut tükenmedi, tükenmeyecek.
Her gün yeni acılara uyansak da başı dik ve onurlu binlerce yürek var.
Yeter ki anlayalım çektirilen kahrı, yaşatılan zindan hayatını ve unutmayalım; “Cesur bir kez, korkak bin kez ölür. Önemli olan insanın böyle bir toplumda, mezar taşı gibi susmamasıdır”
oaydinoaydin@gmail.com














...










.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Eylemci…


Günün hangi saatinde olursa olsun, Galatasaray Lisesi’nin önünde öyle upuzun yatar bulursunuz onu.

Mevsimlerin önemi yok.

Sanki orada doğmuş gibidir, orada doğmuş ve orada büyümüş.

Önünden gelip geçenlere diker gözlerini, tanıdıklarına bakakalır.

Dostlarının verdikleriyle yetinmesini bilecek kadar alçakgönüllüdür.

Lise bahçesindeki kedilerle yemeğini paylaştığına ben tanığım.

Şimdilerde yaşlandığını gözlüyorum, daha dingin, ağırbaşlı ve sakin.

On yıl önce daha genç, daha canlıydı tazı gibi!

Çocuklarla oynamayı sever, kuyruk sallayıp gülücükler doldurur yüzüne.

İstiklal’de bir eylem yapılmaya görsün, en önde onu görürsünüz.

Başı dik, gövde gergin bir yay gibi.

Adeta atılan her slogana eşlik edercesine yürür.

Korkuyu yenmiş!

İnsan dostlarına yol arkadaşlığı yapıyor.

Onlarca kez, İstiklal Caddesini dolduran kalabalığın içinden alkışlandığına tanık oldum!

Dönüp bakmadı bile.

Gazetelerde, TV haberlerinde görüntüleri yayımlandı, hiç oralı olmadı.

O hep kendi halinde kaldı. Hiç böbürlenmedi.

Sokağına-caddesine-meydanına-kentine-barınağına-özgür yaşamına sahip çıkan biri olarak, görevini yapmayı sürdürüyor.

Eylemci Köpek’ten söz ediyorum.

Adını kendi de bilmez.

Her eylemci dostu ona bir ad vermiştir.

Bir sokak köpeğinin onlarca adı olması ve hangi ad ile çağrılırsa çağrılsın yanıtlayıp hemen yanınıza gelmesi de şaşılacak şey olsa gerek.

Zaten eğer eylem için ordaysanız ve yürüyüşe geçecekseniz çağırmanıza gerek yoktur.

O görevini bilir.

Lise’nin önünden yürüyüşe geçen tüm eylemci gruplara eşlik eder.

Son durak neresiyse oraya kadar gelir.

Yürünülen yer, Taksim Meydanı ya da Dolmabahçe olsun onun için fark etmez. Siz son sözü söyleyip dağılana kadar sizinledir.

İnsanların dağıldığını anladığında, koştura koştura Galatasaray’daki yerine döner ve yeni bir eyleme kadar da oradan kıpırdamaz.

Geçtiğimiz hafta canını yaktılar.

Bu insan dostuna biber gazları ve coplarla saldırdılar.

Yine en önde başı dik ve gururla yürürken, polisler göstericilerden intikam alırcasına onun üstüne hücum ettiler.

Tüm bedenine-yüzüne-gözüne biber gazı sıktılar.

Önce direndi. Dişlerini gösterdi. Sonra önünü görmez olunca, yığıldı caddenin ortasına.

Yardım etmek isteyenlere izin vermedi.

Bu saldırıdan hemen sonra onu görenler, bir sokak köpeğinin acılar içinde kıvranan bir insan gibi nasıl böğüre böğüre ağladığına tanıklık ettiler.

Lise’nin kapısı önünde iniltiler içinde saatlerce kıvrandı, sonra kendiliğinden dinginleşti.

Önüne konan yiyeceklere aldırış etmedi. Saatlerce su içtiğini gördüm.

Şimdi yine, insan olan insan dostlarının eyleme geçmesini bekliyor, biliyorum.

Bu yazıyı okuduğunuz günün akşamı Beyoğlu Eğlence Yerleri Derneği, Taksim’den başlayıp Beyoğlu Belediyesi’nin önüne kadar yürüyecekler. A. Misbah Demircan efendinin son uygulamaları için istifasını isteyecekler.

Onlarla birlikte olacaktır.

Cumartesi günü sabah 11’de bu kez mimarlar ve dostları, Kent Kültür ve Demokrasi başlığı ile Sinop-Hatay ve Van’da yapılan etkinliklerin finali için Galatasaray Lisesi önünde buluşup, AKM’ye kadar yürüyecekler.

Onlarla da birlikte olacaktır.

Kokusuna bile dayanamadığı biber gazını artık biliyor.

Gerçek dostlarının kim olduğunu aklına yazmış durumda.

Korkusuz, gururlu ve başı dik bir dost, eylemlerinize destek verip ortak olmak için sizi bekliyor.

oaydinoaydin@gmail.com

4 Ekim 2011 Salı

Güzelleme…

Başvuru yapan 328 tiyatrodan 162’sine toplam 3 milyon 500 bin Lira yardım vermekle övünen Kültür Bakanlığı, destek verdikleri tiyatroları, ajansları, dernekleri açıkladı.

Kenterler gibi Türkiye tiyatrosuna saygın katkılar sunmuş bir kurumun adı listede yer almazken, ‘yaptıkları tiyatro mu dur, değil mi dir?’ tartışmasını doğuracak birçok yeni yapıya da destek olundu.

Bakanlık tasarrufu ile oluşturulan komisyonun yine Bakanlığın saptadığı kıstaslara göre hareket ettiği açık.

Ancak ortada, “ilk kez bu kadar tiyatroya bu kadar para verildi” diyerek övünülecek bir durum yok!

Bu en azından ayıptır.

Dağıtılan para, aynı tiyatrolara gelen seyircilerin ödediği bilet parasından ve alınan vergilerden üretilen bir fon olduğu için ayıptır.

Bu fonu pay edenler bu ülke de bir oyunun hangi koşullarda üretildiğini bilmiyorlar mı?

Salon koşullarından, kira bedellerinden, turne maliyetlerinden, oyuncu ve teknik kadro giderlerinden, sigortalardan, vergilerden haberleri var mı?

Bütün bunlar düşünüldüğünde dağıtılan rakam, gerçekten üç kuruştur!

Ama aynı devlet ve aynı devlet’in kurumları her konuda olduğu gibi bu alanda da çifte standart uygulamaktan geri durmamıştır.

Fazlaca uzaklara gitmeye gerek yok. Yürütücüleri arasında Kültür Bakanlığı’nın da olduğu 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın sanat adına neler yaptıklarını anımsatmak yetecektir.

2010 Ajansı, bakanlığın tiyatrolara dağıtacağı rakamın çok daha fazlasını yalnızca 3 filmin yapımı için vermiştir!

Filmlerden, "Mahpeyker, Kösem Sultan" ile "Şenlikname, Bir İstanbul Masalı" için 3 milyon "Sultanın Sırrı" filmine 1 milyon 900 bin Türk Lirası ödendi.

Toplam 4 milyon 900 bin Lira.

Bu filmlerin senaryoları çok mu iyiydi ya da Avrupa Kültür Başkenti için oluşturulan formata çok mu uygundular?

Bilinmiyor.

Ama bunların hiçbir estetik ve sanatsal değerleri olmadığı, seyirci karşısına bile çıkartılamayacak kadar kötü oldukları; gericilik, Osmanlıcılık ve ırkçılık propagandaları ile bezeli oldukları biliniyor.

Ülkenin tüm saygın sinema eleştirmenleri-insanları da aynı şeyleri düşünüyorlar ki, "bunca tarihi zenginlik varken neden kartondan saraylar?”, "hazine çakması teneke parçaları”, “kazulet yabancı oyuncular için mi harcandı bu paralar?" “kaçıncı yüzyıldayız?”, “ bu filmler bizi hiçbir yerde temsil edemez” diye yazdılar.

Bu filmlerden yalnızca Mahpeyker sinema salonlarına girdi. Seyirci durumu vahimdir.

Film geçtiğimiz hafta TV’de gösterildi. Reytingleri de yerlerdedir.

Diğer iki filmin ise, ne sinema ne TV şansları bile olmadı.

Güzelleme güzellendiği gibi kaldı

Ajans’ın tüm uygulamaları için, buna AKM de dâhildir “hesap vermeleri gerekir” deyip, savcılara suç duyurusunda bulunduk.

Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı 2011/3034 sayılı kararıyla, “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verdi.

Dosya kapandı.

Bu kadar olsa iyi!

Bu skandalın yaşandığı sıralarda yine aynı bakanlık bir başka skandala daha imza attı.

2010 yılında ‘destekleme kararı’ aldığı 21 sinema filmine yalnızca 5 milyon 561 bin Türk Lirası vermeyi uygun buldu!

Yanlış okumadınız 21 filme 5 Milyon 561 Türk Lirası.

Her birine kuş gagası kadar!

Kaldı ki bu paralar ipotek karşılığı ödeniyor ve öyle tamamını hemen alma şansınız hiç yok.

Bu 21 yapımın yönetmenleri arasında ülkenin en saygın sinemacıları-yönetmenleri ve her biri bir diğerinden başarılı senaryolar vardı.

Deyim yerindeyse sıfır bütçeyle çekilen filmlerin birçoğu sinemalarda seyirci buldular, ulusal ve uluslararası yarışmalarda ödüller aldılar.

Şimdi sormak gerek Bakan Beye: Ne ile övünüyorsunuz?

Daha dün diyebileceğimiz uygulamalarınızı unutalım mı?

Siz, yandaşlarınızı kayıran-kollayan, devletin olanaklarını sonuna kadar bu insanların emrine sunan ama bağımsız sanat alanlarına-sanatçılara karşı buyurgan-alan daraltan ve gerektiğinde yasakçı davranan bir koltukta oturuyorsunuz.

Devlet, sanatçının üretip çoğaltması için katkılar sunar ve yurttaşlarının da bu üretilenlerden eşit biçimde yararlanması için ortamlar hazırlar. Kolaylaştırıcı davranır ve de bunun bir hak olduğunu yasalarla belirler.

Bir yandan yandaşlarına devletin tüm olanaklarını sunarken, diğer yandan tiyatrolara dağıtmak durumunda olduğu ‘üç kuruş’ denecek para için göz boyamaya yeltenmez, böbürlenmez.

oaydinoaydin@gmail.com

27 Eylül 2011 Salı

Ferman…
Çabuk unutuyoruz.
Her şeyi ama her şeyi çabuk unutuyoruz.
Olaylar ülke gündemine bir balon gibi geliyor yine bir balon gibi sönümlenip gidiveriyor.
Fazla değil iki ay önce Beyoğlu Belediyesi’nin İstiklal Caddesi başta olmak üzere, tüm ilçede başlattığı uygulama unutuldu gitti
Oysa ‘masa sandalye savaşı’ denen halkı ve esnafı bezdirme, sindirme, hiçe sayma, ortak yaşam alanlarına açıktan saldırı uygulaması, son hız devam ediyor.
Polis destekli zabıtalar kılıç kalkan ekipleri gibi sokaklara dalıp, ne buluyorlarsa parçalayarak kamyonete yükleyip götürüyorlar.
Bu arada insanlara yapılan hakaretin de bini bir para.
Turistler, halk ve esnaf kötü bir ‘orta oyunu’ izler gibiler.
En son tanık olduğum olay, akıl kuşatıcı cinsten.
Kahve ve barların bulundukları sokaklara zabıtalar için erkete diken esnaf, haberi alır almaz masa sandalyeleri içeri taşımaya koştururken, zabıta ve polisler ‘Allah Allah’ diye çalışanların üstüne saldırdılar.
Ortada gözüken birkaç masa-sandalye derdest edildi.
Kent eşkıyaları gibiler.
Ne bir uyarı yapılıyor ne bir tutanak tutuluyor.
Gülünç, acı ve sinir bozucu.
Olaya müdahale edenlere karşı, ellerinde coplar ve biber gazlarıyla polis bir adım öne çıkıyor.
Mis Sokak’ta yaşadığım bu olay, Beyoğlu Belediye Başkanı A. Misbah Demircan efendinin bölge halkını-esnafını-çalışanlarını düşman yerine koymasının işareti olsa gerek!
Bir ferman ile başlayan bu savaş, daha da süreceğe benziyor.
Esnaf’ın işgaliye ödeyerek koydukları masa-sandalyeler için açtıkları “hak gaspı” davalarından da bir sonuç çıkmayacaktır.
Sorarlar adama, ‘kimi kime şikâyet ediyorsun be gafil’ diye!
Mahkemeler yüzünüze kapanır.
Kırılan-parçalanan-gasp edilen eşyalar için açılan davalar ise, sürer de sürer.
Olay ortaya çıktığı günlerde üst üste eylemler yapıldı.
Esnaf birleşip yürüdü.
Hukuksuzluğa dikkatler çekildi dinleyen olmadı, hak ihlallerine dikkat çekildi dinleyen olmadı.
Başkan efendi, randevu taleplerini kabul etmeyip medya yoluyla adeta meydan okudu ve açıklamayı yaptığı gece hızını alamamış olacak ki, sokak müzisyenlerini de kaldırma kararı verdi.
“Bir tek müzisyen kalmayacak” ferman’ı verilince, iki saat içinde İstiklal’in sesi yok edildi.
Polis destekli zabıtalar; kukla oynatıcıların kuklalarına saldırdılar, müzisyenleri tartakladılar, keman-gitar-saz gibi enstrümanları tutukladılar.
Tutuklayamadıklarını parçaladılar.
Bir kaç bağırtı-çağırtı, bir kaç basın açıklaması, iki kitlesel yürüyüş daha yapıldı.
Sokak müzisyenlerine nasıl olduysa ‘izin’ çıktı ama masa-sandalye düşmanlığı sürdürüldü.
Bütün bu süreçte haftanın her günü İstiklal Caddesini dolduran kalabalıklar, sustular-pustular teslim oldular. Kentlerine, sokaklarına, caddelerine, ortak yaşam alanlarına sahip çıkmadılar.
Biat etmenin böylesi az görülür!
Asıl beni şaşırtan hak arama mücadelesinin de tamamıyla bitmiş olması.
Masa-sandalyeler toplatılınca işlerinden olan ve üç bin gibi bir sayıyla ifade edilen, garson-komi-bulaşıkçı gibi çalışanlardan hiç ses çıkmıyor.
Anladık büyükçe çoğunluğu ‘kaçak işçi’ durumundalar. Sigortaları yok, sendikaları yok, iş güvenceleri hiç yok ama şimdi onurlarından başka kaybedecek hiç bir şeyleri olmadığına göre, neden susuyorlar?
Dünyanın dört bir yanında emekçiler gelecekleri için sokaklara dökülürken, sistemlerin acımasız politikalarına karşı direnirken, benim ülkemin halkı neden teslim bayrağını çekiyor?
Korkuyorlar.
Kendi başlarına bela ettikleri bir kara akıldan korkuyorlar!
Birlikte ortaya çıkışın tüm korku duvarlarını parçalayıp-yıkacağını, haklarını da ancak böyle alabileceklerini bilmiyorlar mı?
Çalışanların içlerinde, üniversite öğrencileri ve göç ettirilmiş ailelerin çocukları çoğunluktaymış.
Kaderleri ortak!
Sormak gerekiyor bu genç insanlara; eğer şimdi birleşip ortaya çıkmayacaksanız, ilerdeki hayatınızın hangi diliminde başı dik ve erdemli olacaksınız?
Ne zaman kötü gidene ve kötülüğe karşı çıkacaksınız?
Beyoğlu Belediyesi’nin bu Osmanlı dayatmacılığına karşı ortak ses olamayan sivil toplum örgütlerine, bölgede merkezleri bulunan kültür-sanat-sanatçı örgütlerine ve hemen her eylemde Beyoğlu’nu merkez seçen siyasi yapılara da bir çift sözüm var.
TV kanallarında boy gösterip “ne yaptıysak Beyoğlu’nun iyiliği için yaptık” diyen A. Misbah Demircan sizce de ‘iyilik mi’ yaptı?
“Seçilmiştir, ne yapsa yeridir” diyerek, sizler de susmayı mı yeğliyorsunuz?
oaydinoaydin@gmail.com.