9 Ağustos 2010 Pazartesi

Çağrı…


Ülke gündemi her gün kılık değiştiriyor.

Meydanlardan birbirlerine çamur atanlar, gerçekleri halktan gizleyip avazları çıktığı kadar bağırıyorlar.

Oysa memleket binmiş bir dört kolluya gidiyor.

Kimin umurunda?

12 Eylül’de, 12 Eylül faşist diktatörlüğünün yıl dönümünde, referandum kıskacına sokulan ‘AKP anayasa paketi’ için susuluyor.

Aynı duyarsızlık sanat alanlarında da yaşanıyor.

Seyirci konumunda öyle bakakalmış izliyoruz!

Yurt ve dünya sorunlarını, kendi sorunu gibi görmeyen bir sanat yaratıcısının ne kendine ne geleceğine hiçbir zenginlik katamayacağı ise açık.

Tarihin sanatçıya yüklediği görev hayatlarımızdan çıkarılmış, küçük sevinçler bulmanın peşine düşülmüş, gününü gün etmenin pervasızlığı içimizi kuşatmış, suskunluk erdem olmuş.

Meydanlardaki yalan büyüdükçe, içimizdeki korku da büyüyor!

“Evet”, “ boykot”, “yetmez ama evet”, “mezardakiler bile kalkıp evet demeli” geriliği, “hayır” diyen insanlığı, neredeyse ‘vatan haini’ ilan ediyor.

Yargı, üstün yetkilerle donatılmış birkaç kara akıllının keyfi uygulamalarına teslim edilmiş, ‘astığı astık, kestiği kestik’ davranıp, Osmanlı kadıları gibi fetvalar veriyor, çoğunluk yine suskun.

Yazılıp çizilen üç beş satır dışında, güçlü bir karşı refleks gelişmiyor.

Yalanı yenecek güc, yalnızca sistem oluklarından beslenen siyasal duruş ve davranış biçimlerinin söylemlerine bırakılmayacak kadar değerliyse, bu koca kara taşın altına ellerimizi koyup, akıllarımızı çoğaltmak için daha bekliyoruz?

İçimizi kuşatmış ‘korku’ mudur bizi dizginleyen, yoksa teslim alınmış, tutsak edilmiş, özgürlüklerimize ket vurulmuş bir sıradanlığın içinde miyiz?

Sanat alanlarının ortak duyarlılığını açığa çıkarmak için, ‘gökten zembille inecek inayetler’ beklemenin hiçbirimize hiçbir yarar sağlamayacağı açık değil mi?

“12 Eylül’de 12 Eylül faşist diktatörlüğü’nün Anayasasını daha da sağlam temellere oturtarak kendi geleceklerini kurtarma, ülkeyi içinden çıkılamayacak kaoslara sürüklemeye hazırlanıldığı” gerçeğini dillendirmek, yetersiz bir yola çıkış mıdır?

“Bu maddelerin hiç birinde 12 Eylül ile hesaplaşma, faşist generalleri yargının önüne çıkarma istemi yoktur” saptaması, bizi ne kadar ilgilendiriyor?

Katil koruyucusu-besleyicisi bir ülke olmanın, o ülkenin bir yurttaşı olmanın utancını daha ne kadar gizlemek durumundayız?

Hukuk üstünde, ‘keyfi tepinmelerin kapısının sonuna kadar açılacak’ olmasının, ‘çok hukuklu’ sisteme doğru dört nala koşulmasının bize değen hiçbir yanı yok mudur?

Çalışma hayatımızdaki kara deliğin bir cehennem kabusuna dönüştürülmesi demek olan, “sendikal hakların tamamen tırpanlanması” ülke geleceğinin teslim alınması anlamı taşıdığı nasıl bilinmez?

Eğer siyasal tarihimizin bu en karanlık, en aymaz, en düzenbaz, hak gasp edici, çıkarcı, hilekar, yandaş kayırıcı, yiyici, hilebaz, tarikat ve cemaatçi, dinci-gerici-, ırkçı, işbirlikçi, madrabaz, sanat düşmanı iktidarından kurtulmak istiyor ve ülkemizi aydınlık, çağdaş demokratik, barış, eşitlik, kardeşlik özgürlük içinde bir geleceğe kavuşturmak için sanat üretiyorsak, artık suskunluğumuzu, korkaklığımızı kendi ellerimizle tarihin çöplüğüne süpürmeli ve gerçekliğimizle yüzleşmeliyiz.

Hayat bir kez daha, ülkenin gerçek aydınını, yurtseverini, sanatçısını bu gerici-liboş ittifakına karşı göreve çağırıyor.

Referandum günü, ülkenin en karanlık günlerinden biri olan 12 Eylül günüdür.

O gün, hem 12 Eylül faşizmine, hem ondan beslenip, güç toplamış ve ülkenin başına bela olmuş AKP karanlığına ‘HAYIR’ demek, onurlu ülkenin onurlu insanlarına yüklenmiş bir sorumluluk olarak algılanmalıdır.



oaydinoaydin@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder