24 Mayıs 2010 Pazartesi

Meraklısına duyurulur…

Sabahın kör karanlığında Zonguldak-Kilimli’de, Karadon maden ocağının kapısında otuz can, alınlarında ferleri sönmüş birer ışık, giriverdiler yerin yedi kat altına.

Bilmiyorlardı, alacakaranlıktaki sessizliğin hinliğini, gülüşlerinin kör düğüm olmasının nedenlerini, bilmiyorlardı.

Salınıyorlar bir kara sabahın bağrından, bir derin karanlığın böğrüne.

Maden ocağının yedi kat derinliğinde, soğuk bir tabutluk gibi hayat.

Elleri, gözleri, yürekleri kömür karasına bulanmış, nefes alışları titrek, dilleri lal.

Havada can korkusu ve kara toz bulutu gibi yaşama tutkusu.

Sesler çoğalıyor birden, yerin yedi kat dibine doğru çöküyor dünya.

Aynı anda, kapkara bir uğultu kuşatıyor yurdumun üstünü.

Maden ocağının kör derinliğinde otuz yürek, iniltilerle susuyor.

Son hıçkırıkları nasıldı acaba, hangi eller uzandı birbirine, hangi gözler baktı o kahpe ıssız karanlığa.

Hangi umut ışığı arandı?

Hangi can hangi can’a tutundu?

Birden büyük bir yalnızlıkla örtüldü göz bebekleri.

Simsiyah bir kimsesizlik yığıldı tüm bedenlerin üstüne.

Dışarıda susuverdi dünya, susuverdi hayat, susuverdi insanlık.

İnleyen ağıtlara karşılık, vaazlar çekildi maden ocağının önünde.

Utanmadan, arlanmadan, otuz can’a yüklendi suç!

Bir Bakan, bir başka Bakanın elini sıkarken, Başbakan ünledi kürsüden, “Bu bölge insanı alışkındır buna, bu tür olaylar çok olur. Bu bir kaderdir, elden ne gelir?”

Kalabalığın yüreklerinde, umut karası bir hınç çoğaldı.

Mehmet, bir kömür parçasını sımsıkı kavrayıp, avazı çıktığı kadar bağırdı. “Defolun buradan, şeytan görsün yüzünüzü”

Kara tuhaf eller, ağzını kapatıyorlar Mehmet’in.

Susturduk sanıyorlar.

Kalabalığın öfkesi kabarıyor, gözyaşları zifiri bir siyahlık gibi düğümleniyor boğazlarında.

Göçük altındaki taşeron işçisi İsmet’in Annesi Fadime Ana, acılar içinde kıvranarak, “Ey Allah’tan korkmaz, kuldan utanmazlar, bu mudur kader? Can güvenliği yok evlatlarımızın, bilmez misiniz?” diye inliyor.

Jandarmalarla, Başbakan korumaları yürüyorlar kalabalığın üstüne.

Uğultu büyüyor, koskoca kara bir yumruk oluyor öfke.

Başbakan, hortlak görmüş gibi titriyor.

Görülmedik bir korku, görülmedik bir düşmanlık okunuyor göz bebeklerinden.

Bakanlar, taşeron işletmesinin ofisine sığınıyorlar, avdan kaçan tavşanlar gibi ürkek.

Meydan ağlaşan analara, çocuklara, acıdan öfkeleri ağıt olan ailelere kalıyor.

Kalakalıyorlar, bir başlarına çaresiz.

Kalakalıyorlar umutsuz, yenik.

İş makinelerine yürek bağlıyorlar.

Ses veren olmuyor yerin kat derinliğinden,

Umut tükeniyor, bedenler sızı dolu birer bahar yağmuru şimdi.

Dördüncü gün, yirmi sekiz can’a ulaşılıyor.

Yirmi sekiz kömür karası insanoğluna eller uzanıyor.

Çocuk çığlıkları doluyor maden ocağının yedi kat derinliğine.

Simsiyah bir karanlıktan, simsiyah bir gökyüzünün altına taşınıyorlar.

Tabutlar eller üstünde, dualı, bayraklı, allı yeşilli.

Cami avluları kimsesiz-sessiz, mezar başları kimsesiz-sessiz.

‘Kaza’ diyorlar adına, ‘kader’miş’ nedeni.

Aynı gün bize doğru, kara kapkara kömür yüklü, otuz kamyon yola çıkıyor Zonguldak şehrinden.

Bu öykü, 21. yüzyılın Türkiye’sinde yaşanıyor.

oaydinoaydin@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder