8 Kasım 2010 Pazartesi

Gönüllü kölelik…

Özel tiyatro alanındaki yaratıcılar, tüm olanaklarını zorlayarak yeni bir oyun oluşturmak için geceli-gündüzlü çalışıyorlar.

Ancak, gelin görün ki yeni bir oyun üretmek, artık çok pahalı.

Bugün profesyonel bir tiyatronun, telif-dekor-kostüm-aksesuar,-oyuncu –çalışan ve mekân kiraları alt alta toplandığında, bu işi yapıyor olmak gerçekten akıl kârı olmasa gerek.

Tiyatroların içlerinde bankalara, faizcilere ve salon sahiplerine borçlu olanların sayısı azımsanmayacak kadar çok.

Devletin tüm tiyatroları sıkboğaz ettiği, sigorta, stopaj gibi benzeri vergi ödentileri ise giderlerin içindeki en büyük kalemler.

Bildiğimiz birçok tiyatronun, devlete olan borçları öylesine büyük rakamlar ki şaşarsınız.

Sanırsınız her bir tiyatro, ithalat ve ihracat yapan birer holding!

Bugün AST’ın belini büken en büyük yük, vergi borcudur.

Artık yalnızca tiyatro tarihimizin kahverengi sayfalarında kalan; Gönül Ülkü –Gazanfer Özcan Tiyatrosu, Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları, Ankara Birlik Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu için de bu böyleydi.

Birçok tiyatro ustası, devlete olan borçların kıskancında ürettiler ve öylece yitip gittiler.

2010-2011 tiyatro sezonunda perde diyen ya da demeye hazırlanan hangi tiyatrolar borçsuz acaba?

Bir elin iki parmağını geçmeyecektir.

Bu kıskaç, Devlet’in sanat alanına nasıl yaklaştığının en önemli belirtisi olsa gerek.

Neresinden bakarsınız bakın, hiçbir ülkede göremediğimiz ‘devlete karşı mali yükümlülükler’ bunun en temel belirtisidir.

Geçmişte polis-asker gibi devlet kurumlarının baskısı altında inletilen tiyatrolar şimdilerde, sistemin ‘hizmet kurumları’ olan belediyeler aracılığıyla baskı altındalar. Elektrik-su-doğalgaz gibi bir tiyatroda ‘olamazsa olmaz’ olan hizmet bedellerinden alınan ücretler de can yakıcı.

Oysa çağdaş devletler, sanat hizmeti veren bir yapının bu tür giderlerinin bir kısmını ‘kamu adına karşılar’.

Tiyatroların ‘devlete olan borçları’ bahsi açılınca, sormak istediğim birkaç soru var.

Bakanlık bu yılki “destek başvuruları” için, “vergi borçlarının yapılandırılmış olmasını ve sigorta ödentilerinin sıfırlanmış olmasını” şart koşmuştu.

Acaba ne oldu? Başvuruyu gerçekleştiren tiyatroların kaç tanesi bu koşulları yerine getirebildi?

Yoksa tüm tiyatrolar o bildik Türk aklına mı sığındılar?

Yani, insanların sigorta girişlerini yapıp, ilerideki ödentileri ‘Allaha havale’ yöntemi mi kullandılar?

Bilemiyoruz.

Belki de yasalarda en açık olan yönteme başvurup, “ kişilerin sigorta ödemeleri kendilerine aittir” maddesini içeren sözleşmeler düzenlediler!

Bakanlık şartlarından biri de; “destek verilen oyunun en az 25 gösterim yapmış olması ve bunun belgelenmesi”.

Bunu da yerine getiren kaç tiyatro var? Merak ediyorum.

Doğru oturup doğru konuşalım. Belki gerçekliğimize bir yanıt oluşturur.

Oyun ilan edip oynamadan ‘oynandı’ göstermek, salon sahiplerinden ‘oynandı belgesi’ almak, organizatörlerden benzeri belgeyi talep etmek, yine ‘oynandı’ gibi gösterip fatura keserek işten kurtulmaya çalışmak, bilinen en açık düzenbazlık yöntemleri.

Bütün bunları geçtik diyelim. Yani, bu her şeyi ile sakat sistemin içinde tutunabilmek için, sakat işler yapıyor olmayı bir an için hoş gördük diyelim. Peki, bu gün hangi profesyonel tiyatro, çalışanların haklarını düzenli biçimde ödeyebilmektedir?

Benim bilebildiğim üç ya da dört.

Devlet desteği için başvuran kaç tiyatro var peki?

Yine benim bildiğim 220.

Nasıl oluyor bu?

Evet, nasıl oluyor da Devlet kendi alacaklarını ‘kayıtlı-belgeli’ bir sisteme bağlamaya çalışırken, tiyatro çalışanlarının, oyuncularının haklarının verilip-verilmediğini sorgulamıyor?

Destek ödentileri, tiyatroların üretecekleri projelere verildiği için, o projelerin içinde oyuncu ve çalışanların konumları sıradan-basit-önemsiz hatta gereksiz olsa gerek!

Peki, o ödentilerden tiyatro sahipleri tarafından, tiyatro oyuncularına-çalışanlarına herhangi bir rakam aktarılıyor mu?

Hayır. Bizim bildiğimiz böyle bir örnekleme yok. Olsa da devede kulak!

Hep borçlu olan tiyatro patronu veya şirketi, paranın daha ‘ilk dilimi’ çıkar çıkmaz ‘ağlamaya’ başlar!

Gelen toplam eder de, haydan gelip, huya gitmiş olur!

Son yıllarda, provalar sırasında oyunculara ve çalışanlara ücret de ödenmez oldu.

Bu insanlar ne yer ne içer, ne okur, nerde barınır, nasıl yaşar, ne ile tiyatroya gelip-gider? Bilinmez.

Hiçbir hak-hukuk geçerli değildir. Ortada bir sözleşme filan da yoktur. Olsa ne yazar! Her oyuncunun ya da çalışanın mutlak bir alternatifi vardır.

Ülkemizdeki özel tiyatro çalışanları için, hem gönüllü hem de sonuna kadar zorunlu tiyatro köleliği bu olsa gerek.

İşte bu kölelik, alanımızda kırılıp-parçalanması gereken asıl durumdur.

Buradan çıkışın tek adı vardır; o da örgütlenerek sisteme karşı koyuştur.

Uzunca zamandır bunun nasıl olması gerektiği konusunda ortada birçok fikir uçuşmaktadır.

AB şartlarına göre alana kostüm biçmeye çalışanlardan, sisteme eklenmiş yapılaşmalar önerenlerden, birlik-oda-dernek-sendika tartışmalarından nerdeyse yüz çiçek açmış durumda.

Ancak gelişip, rayına giren ortak bir kavrayış yok.

Oysa hepimizin bilmesi gereken temel gerçekliğimiz, tüm çıplaklığı ile karşımızda duruyor.

Bu gerçeklik, var olan Anayasada tiyatronun bir ‘meslek’ olarak kabul edilmiş olmamasıdır.

Anayasada tiyatro, “genelev çalışanları, gazino-bar-pavyon ve büro işçileri” ile aynı statüde tanımlanmaktadır.

Bu utanç, Anayasaya hükmedip kendi çıkarları için eğip bükenler kadar, bizim de utancımız değil midir?

Kimse bu sözcükleri, ayrımcılık olarak algılamamalıdır.

Bu sorun, her şeyiyle çürümüş-dibe vurmuş ve ele geçirilmiş bir sistemde, bedenini satarak yaşamlarını sürdürenlere saygı duymanın çok daha ötesinde bir sorundur.

Bu lekeyi silip atmak için yapılması gereken ise; sürdürülen siyasal kavganın içinde kendimize yer açıp, alnı açık bir biçimde ortaya çıkmaktır.

Hakları gasp edilmiş tüm çalışanlardan hiçbir farkımız olmadığı, kavganın da birlikte olunca sonuç alınabileceğini saptamakta yarar vardır.

Tiyatromuz, hiç olmazsa şu günlerde yani tüm sendikal hakların budandığı şu kanlı zamanda, elini seyircisine uzatmayı, emekçilerle yan yana gelmeyi aklına yazmalıdır.

Yoksa ülkeyi kuşatan gericilik, sahnelerimizin de karartılması için fırsat kollamaktadır.

Çözüm önerirken, Türkiye tiyatrosunun geçmiş yıllarına altın damgasını vuran Tİ-SAN örgütlenmesini yeniden konuşmak, ufkumuzu zenginleştirecektir.

Bu pratiği bilen-yaşayan-kavgasını veren meslektaşlarımızın, ustalarımızın bir bölümü halen yaşıyorlar.

Dillere destan AST grevini Salih Kalyon Usta kaleme alıyor, Ersan Uysal ağabeyimizin deneyimlerini paylaşmak önümüzü açar, Çetin Öner ve daha birçok usta o pratiğin en önemli tanıkları ve kavga verenleri.

Yaşamın içinden sıyrılıp gelmesi gereken örgütlenmenin, olmazsa olmazlarını tartışıp-geliştirmeden, elmalarla armutları aynı sepetin içine koyarak yola çıkarsak, o sepet şimdiden çürümeye yüz tutuyor demektir!

Önümüzdeki haftalarda bu tartışmaların daha da yoğunlaşacağı, alandaki dostların düşüncelerini yüksek sesle söyleyeceği yeni bir süreç yaşayacağımızı umuyorum.

Hepimiz biliyoruz ki, mesleğimizin geleceği, dün olduğu gibi bu gün de hiçbir sistem bekçisinin kara emellerine bırakılmayacak kadar değerlidir.

oaydinoaydin@gmail.com.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder