8 Eylül 2010 Çarşamba

Bahar ortasında bir ayaz..

Bahar ortasında bir ayaz.


Orhan Aydın

http://anlamakgideni.blogspot.com/

oaydinoaydin@gmail.com




Hiç sormayın, kemiklerimiz donuyor.



Binanın bu ek inşaatı yeni bitmiş, yapı bahar güneşi ile ısınıp kendine gelmeye çabalıyor.



Yan yana tek kişilik hücrelerde yatıyoruz.



Tabutluk gibi.



İki metrekarelik alanda, tuvalet taşı ve akmayan bir musluk var.



Demir ranzanın üstünde, yırtıp pırtık bir şilte.



Kapılarımız, yüksekçe bir duvarın önümüzü kestiği, dar ama uzun bir avluya açılıyor.



Gökyüzünü görebiliyoruz, derinliğine bir mavilik.



Erkekler bölümünde on dört kişiyiz. Üç arkadaşımız da kadınlar bölümündeler.



Urfa Ceza ve Tevkif Evi’ne tıkılışımızın on ikinci günündeyiz.



…….



Yirmi üç gün önce, Antep’te oynamıştık.



Buluşmanın adı, “İşçi Şenliği” idi.



Oyundan önce, Ruhi Su Usta’nın sesi dolmuştu yüreklerimize.



Kalabalık sokağa taşmıştı.



Polis, slogan atan seyircilere müdahale etmeye kalkınca, ortalık savaş alanına dönmüş, Ruhi Su dinletisini yarıda kesmek zorunda kalmıştı.



Gerginlik uzayınca, vali oyunun oynanmasının ‘uygun olmayacağını’ söyleyerek kayıplara karıştı.



Adını unutmam olanaksız.



Gündüz beni makamına çağırtmıştı!



Sabah gelip yerleştiğimiz Otel’in kabul yerinde iki sivilden biri, ismimin önüne ‘bey’ sıfatı koyarak;



-Vali bey sizinle görüşmek istiyor buyurun gidelim, dedi.



Arkadaşlarla bakakaldık.



Hasan Yıldırım bize eşlik etti, vardık adamın makamına.



Üçüncü katta uzunca koridorun sonunda, koca bir kapı, girer girmez, öyle çakılıp kaldım.



Masanın üzerinde kurumuş bir kütük üstünde,‘Orhan Aydın’ yazıyordu.



Tanıştık.



Asık yüzlü, donuk bakışlı, Ayhan Işık bıyıklı tuhaf bir adam!



Kalın kaşları kıvırcık, kısacık da boyu var.



Aldı mı Hasan’ı bir gülme, tutamıyor kendini.



Beni ayağına getirtmiş, nasıl bir ‘Orhan Aydın’ olduğumu anlamaya çalışmıştı!



İşte bu bey ne oldu, nasıl odu ise emir verip sonra da, sessizce buhar olmuştu.



Dışarıda olaylar büyümeye başladı.



Eski Antep Şehir Tiyatrosu binası, kentin merkezindeki kapalı çarşının hemen üstünde, şık bir binaydı.



Salon dolu.



Binanın önündeki caddede, trafik aksamaya başladı.



İçerde seyirciler, büyük bir kararlılıkla sesiz protestolarını sürdürüyorlar.



Biz kostümlerimizi giymiş, bekliyoruz.



Mehmet Karagül, arka pencereden sokağa bakıp kuşatıldığımızı müjdeliyor!



Polis, jandarma desteği alarak, dekor giriş kapısının açıldığı arka sokağa, yığınak yapmıştı.



Amerikan arabalarından Türk askerleri iniyor, ellerinde uzun namlulu, Amerikan malı silahlar!



Binaya doğrultuyorlar.



-Ne oluyor? Sanki düşman basmış Antep’ i.



Hasan Yıldırım marş söylüyor, yüzünde, güleç bir mahcubiyet!



“Jandarma biz sosyalistiz/ Dostuz yalnız biz sana/ Kurtuluşun bizimledir/ Elini uzatsana.”



Eşlik ediliyor Hasan’ın marşına, ne çare, kuşatma sürüyor!



Birbirimize bakıp kahkahalarla gülüyoruz.



Oynayacağımız oyundan bu kadar korkulması, hoşumuza gidiyor.



Saat dokuz suları, nihayet Erkan Yücel giriyor kapıdan.



-Hazır olun arkadaşlar on dakika içinde başlıyoruz. Ara vermeden oynayacağız. İyi organize olalım, haydi verin birinci zili.



POL-DER’li bir polis:



-Oynayın. Sizin yazılı izniniz var ama ortada yazılı bir yasaklama yok. Bir halt edemezler.



Erkan, o gazla fırlamış içeri.



İlk zil çalınca, salondan alkış tufanı yükseliyor.



HALKIN GÜCÜ: 12 Mart Faşist darbesine kadar, yaşanmış hak mücadeleleri sürecini anlatan, ortak bir çalışmaydı.



Yazım aşamasında tüm kadro önermelerini masanın üstüne dökmüş, ortak emekle oyun metni haline getirilmişti.



Oyun; Mustafa Suphi’lerin katliamından, toprak işgallerine, grevlere, 15-16 Haziran direnişine, Üç Fidan’ın idamlarına, gençlik mücadelesine tanıklık eden bir duyarlılıkla oynanıyordu.



Sahneler birbirlerine, Nâzım şiirleri ve Ruhi Su türküleri ile bağlanmıştı.



Oyun sonrası seyirciler salonu terk etmeyince, yeni bir itiş-kakış yaşandı.



Uzunca bir zaman, fırtına sonrası sessizliği sindi içimize.



Dekorları topluyoruz.



Ortada kimsecikler yok.



Araba yüklendi, otele ulaştık.



Daha kapıda, gündüz beni Vali efendiye götüren polislerce karşılandık.



-Vali bey güvenliğiniz için bizi görevlendirdi buyurun.



Erkan ile beni kadrodan biraz uzağa doğru yöneltti.



Erkan’ın kulağına eğilip:



-Bu gece burayı terk edin, canımdan bezdirmeyin beni.



-Vali beye söyle, nereye ne zaman gideceğimize biz karar veririz. Hakkımızda bir karar varsa uygulasınlar, biz bu gece buradayız.



Arkadaşlar yanımıza geldiler, birlikte otele girdik.



Adam burnundan soluyor. Sinirlendikçe sağ kaşı bir inip bir kalkıyor!



On beş dakika sonra, otel kuşatılmaya başlandı.



Rahat yok. Yorgunluk, açlık bir yandan!



Tüm kadro otelin kabul yerindeyiz.



Arkadaşlar telefon için sıraya girdiler.



Görüşmeler postahane aracılığı ile yapılabiliyor.



“Acele, Normal, Yıldırım” adı altında görüşme yöntemleri var.



Erkan, durumdan basının haberdar olması için çabalıyor, bağlantı üstüne bağlantı deniyor.



Sonunda aradığını buluyor.



Yüzünde Antep çiçeği açmış gibi gülüyor.



-Alo… Günay… benim ben… he… ne haber nasılsın? Biz de iyiyiz de Antep iyi değil. Çanımıza ot tıkamaya çalışıyorlar.



Telefon görüşmesi, çağdaş bir meddahlık ustalığına dönüşüyor.



Erkan, Günay’a telefonda derdini anlatırken kapının önünde bekleyen, kaşı tikli polisi oynamaya başlıyor.



Şenlik ki sormayın. Katılıyoruz gülmekten ama durum vahim!



Bütün yaşadıklarımızı tek tek anlatıyor ve son durumun ne aşamada olduğunu tanımlarken bağlantı kopuyor.



Sonra uğraş babam uğraş, bir türlü bağlantı kurulamıyor.



Erkan rahat. “Anladı Günay durumu, şimdi bütün ülkeye duyurur.”



Polis, otel görevlisini çağırıp ne yaptığımızı öğrenmeye çalışıyor.



“Mebuslarla konuşuyorlar” deyince, yarım saat sonra otelin telefonu işlemez oluyor.



Karşımızda kebapçı dükkânı yanında baklavacı, biz onlara bakarız, onlar bize!



Sabahın köründe dizildik yollara.



Polis, şehir dışına kadar ardımızdan ayrılmıyor.



Nizip’te oyun var, aynı gece Kilis yollarına düşeceğiz.



Bu, Antep’e geri dönerek, daha Güneye doğru yol almak demek.



Varsın öyle olsun. Bizim için seyircinin olduğu her yer tiyatro nasıl olsa!



Düğün salonu iki saatin içine; ışıkları hazırlanmış, dekoru kurulmuş, kulisleri düzenlenmiş, kitap satış bölümü açılmış, dört bir yan oyun afişleri ve fotoğrafları ile donatılmış bir tiyatro haline getirildi.



Bu iş bölümüne dayalı, planlı ortak çalışma, bize hep öğretici olmuştur.



Hepimiz ne yapacağımızı biliyor, işimizi bitirince diğerine yardımcı oluyorduk.



Bir tiyatro adamının, mesleği ile ilgili her tür donanıma sahip olmasının en pratik yolu da bu olsa gerek. Ortaklaşarak öğrenmek.



Okumakla edinemeyeceğiniz birçok şey, yaşanarak bellenebiliyor.



Bir oyuncu; ışık, dekor, kostüm ve aksesuar ile olan ilişkisini uygulama yaparak geliştirirse meslek yaşamının sır kapılarını daha iyi aralayabilir.



Bu yüzden olsa gerek, Türkiye tiyatrosunun gezgin oyuncuları, ‘turneciler’, okullu arkadaşlarımızdan daha şanslıdırlar.



Her şey bitti. Beklemedeyiz.



Yine, Mehmet Karagül’den aynı ses, “kuşatılıyoruz”!



-Yahu niye be kardeşim, isyan çıkarmamızdan filan mı korkuyorlar bunlar?



-Daha da beteri, adamlar bize ‘vatan haini’ diye bakıyorlar.



Dışarı da asker-sivil ablukası büyüyor.



Gerekçe açık;



-Size saldırı yapılma ihbarı var.



-Kim bu ihbarcı?



-Vatandaş… diyor pişkince, arkasına bile bakmadan basıp gidiyor.



-Telefon etmek istiyoruz, PTT nerde? Sivil’in suratı karıştı ama yol gösterdi.



Yanımıza Mualla Çiğiltepe arkadaşı alıp, sokağa çıkıyoruz.



Nizip, fıstık ağaçlarının içinden çıplak bir yamaca yaslanmış, narin bir ilçe, her an bir fıstık dalı kırılırsa üzülecek gibi ılgın.



Birbirine paralel iki caddeden birinde buluyoruz bir PTT.



Erkan, yine Günay’ı arıyor.



Yazdırıyor kaydımızı, bekliyoruz kapıda. Nisan güneşi ılık.



Karşımızda hiç tanımadığımız adamlar, ‘hayalet görmüş gibi’ bakınıyorlar!



- Alo... Günay benim. Bunlar bizim peşimizi bırakmadılar. Nizip… Nizip… he… Burada da hocalara baskı yapmışlar, oyunu engellemeye çalışmışlar. Akşam göreceğiz ne olacağını. Adım başı arama var bölgede, her köy kavşağında, her ilçe, şehir giriş-çıkışında aramalar var. Bize düşman gözü ile bakıyorlar… Tamam, sağ ol… Arkadaşların selamları var… Sen de selam söyle dostlara.



Bu konuşmayı gün gibi anımsıyorum.



Oradaydım. Gün ortasında bir bahar.



İçinde bulunduğumuz durumu insanlarla paylaşmak için; uzaktaki yüzlerce dostumuzdan, yalnızca birinden yardım istiyorduk, adı Günay Akarsu idi.



Günay, ilk çıkartmayı da yapmış, olayın Hürriyet gazetesinde haber olmasını sağlamıştı.

…………



Düzgün kesilmiş sakalları, belirgin yüz hatları ve çerçeveli gözlüğü ile gördüğünüzde ve hele konuştuğunuzda bir daha unutamayacağınız bir adamdı.



Atlas pasajı, 207 numaralı binadır. 1870 yapım tarihli bu anıt yapı, dış cephesinin bakımsızlığı yüzünden pek dikkat çekmez ama içinde hazine barındırır: Beyoğlu Küçük Sahne.



Yüksek tavan boşluğu, şöminesi ve duvarlarını dolduran resimler içinize işler.



Salon ise, tiyatromuz için, bir müze kadar değerlidir. Yüreğinizi dolduran dost insan kokusu, içinizi kuşatır.



Benim için bu salon; binlerce büyülü sözcük saklayan kıymetli bir yaşanmışlıktır.



………



‘Güneyden Mektuplar” oyunumuzun İstanbul galasıydı.



Yer, Beyoğlu Küçük Sahne.



1975 kışının orta yerinde bir Pazartesi günü. O gün tanıdım Günay Akarsu’yu.



Amerikan işgalindeki Vietnam’da, halk direnişine karşı, Amerikan operasyonlarını anlatan bir belgesel oyundu “Güneyden Mektuplar”.



Oynadığım ‘Amerikalı Komutan’ rolü için; “ Çok hiddetli bir katilmiş. Evet, bütün faşistler böyle olur, kutlarım” demişti.



Yaşamını Toplumsal Gerçekçi Sanat’ı anlatmaya adayan bu endamlı adam, Brecht ve gerçekçilik için yaptıkları ile de ünlüydü.



Gençlik için yapamayacağı yoktu.



Onlarla aynı sofrayı paylaşır, kavgaya katılır ve de ‘hocalık’ ederdi.



Hayata dair, sanata dair, insan ilişkileri, sosyalizm ve sınıf mücadelesine dair edindiği ne varsa paylaşmak için çabalardı.



Yeni okumalarla bellekleri ‘yenilemek’ gerektiğini söylerdi.



“Kapitalizm durmuyor. Bu durumda nasıl olurda İnsan kirlenmez! İşimizin ne denli zorlaştığını görmek ustalık gerektirmez.”



Bu sözcükleri, “kahverengi” akıl defterimden aktarıyorum sizlere.



Atlas Pasaj’ı girişindeki, şimdilerde ‘2010 ofisi’ olarak kirletilen o mekân, dillere destan Kulis Bar’dı.



Açıldığı günden, kapandığı iki binli yıllara kadar sanatçıların ve gazetecilerin, yazarların ‘akşam mekânı’ oldu Kulis Bar.



Ben, Mücap Ofluoğlu, Erol Günaydın, Müşfik Kenter, Münir Özkul ve daha birçok saygın ustayı orada tanıdım.



Birçoğunun içindeki çocukla, saatlerce sohbet ettim.



Bar dediğim, küçücük bir mekân. Kapıdan girince boydan iskemleli bir içkilik ve sekiz-on masa.



Her müdavimin yeri belli.



Oyunun ön gösterimine katılan Seçkin Cılızoğlu, “Bu ne sertlik böyle, tüm laflar küfür gibi bunun neresi tiyatro” dedi ve olan oldu.



“Amerikan uçaksavar ve füzelerinin, kimyasal silahların altında can çekişen bir haklın tiyatrosu, başka nasıl olabilir? Gerçek gerçektir. Sağa sola kıvrılmaz. O toplumun yaşadığı sarsıntıyı bilmeden konuşamayız.”



Tartışma anında sönümlendi. Evet, bu diyalogları iyi anımsıyorum.



Sözü edilen oyun benim de içinde olduğum bir oyundu ve doğru tarafından okuyan, Günay Akarsu olmuştu. Dekor ve kostüm tasarımına ise yoğun eleştirileri vardı.



Ülke ve dünya ‘tahlilleri’ konusunda, hemen ayrışıyorduk.



İkimiz de TİP geleneğinden gelmemize karşın; Kırmızı Aydınlık, Beyaz Aydınlık ayrışmasın da, tam anlamı ile kopuş yaşamıştık.



Önemi yoktu. Kavga ortaktı. Hele bizimki, yani sanat kavgası ortaklık olmadan hiç olamazdı.



…………



İşte Erkan’ın aradığı Günay, bu Günay dı.



Ülkede oluşturulan zorba baskının karşısına, üreterek dikilen ve sözünü en geniş alanla paylaşmak için avazı çıktığınca, yüreği ile bağıran bir adam.



Günay’ın telefon görüşmesinin iki yerinde, “pis faşistler” demesini, Erkan keyifle anlatırdı.



Nizip’te düğün-tiyatro salonumuza geri döndük. Bizi izleyen tuhaf bakışlı adamlar da arkamızda.



O da ne, daha oyuna iki saat var, salon nerede ise dolmuş.



Seyircilerin arasından kulise dalıyoruz. Arkadaşlar şen şakrak.



Nizip Emniyet Müdürü gelmiş;



-Oyununuzu oynayın ve geldiğiniz gibi gidin lütfen. Biz burada olacağız, iyi oyunlar, diyerek ayrılmış.



-Nasıl yani, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu şimdi? Yahu daha demin, küfür dolu bakışlar fırlatan, bunun adamları değil mi kardeşim?



-Tamam, arkadaşlar sustum.



Dört yüz sandalye dizmiştik, hepsi doldu.



Daha gelenler var. Kulisteki sandalyeleri de aldılar.



Salonda adım atacak yer kalmadı. 1.zil, 2. zil. Erkan, Salonun ışıklarını söndürüp bir lokal yakılmasını istedi ve sahneye yöneldi.



Seyirci oyun başladı sanıp, Erkan’ı görünce alkışlayıp alkışlamama arası bir gel-git yaşadı ki, Erkan söze başladı.



-Değerli seyirciler, sevgili kardeşlerim, analar, bacılar; biz tüm ülkeyi karış karış dolaşıp gerçekleri anlatmak üzere yola çıkmış, bir devrimci tiyatroyuz. Birçok yerde olduğu gibi, bu bölgede de polis bize aman vermiyor. Ne istiyorlar bizden anlamış değiliz. Sanatı zulüm altında tutup, bizleri susturabileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Pir Sultan susmadı, Nâzım susmadı. Bizler de o onurlu damarın izini sürüyoruz, susmayacağız, sizi bulduğumuz her yerde sizinle olacağız.



Alkıştan yıkıldı salon.



“Kahverengi” akıl defterim, tarihin 20 Nisan olduğunu yazıyor.



Oyun bitti. Seyirciler geldikleri gibi, ‘sessiz’ gittiler. İçlerinde yardım etmek için kalan dostlarımızla seri biçimde topladık her şeyimizi.



Yola koyulduk. Antep üstünden Kilis yolu, arkamızda yine bir Renault!



Kilis’te otel de yerimiz hazır, istediğimiz saatte girebiliriz, bu iyi.



Ekip yorgun, gergin. İstediğin kadar şamataya vur, baksana arkana, takiptesin!



İlk çatakta arama var. Hayda! Çıkar kimlikleri. Bu bir değil ki beş, bazen on.



Anladığımız, devletin ödü patlıyor.



Sağcısı, dincisi, faşisti birleşmiş devrimcilere ve halka saldırıp, gözdağı vermeye çalışıyorlar.



Fıstık ağaçlarının içinde bir lokantanın önüne çekiyoruz otobüsü, hepimizin iştahı kabarıyor.



“Lokma saymaca” oyununu oynuyor Erkan, kimse yediğinden bir şey anlamaz oluyor, kahkahadan çınlıyor mekân.



Kaşığı daldırıyorsun kuru fasulyeye, Erkan ağzının suyu akar gibi dikiyor gözlerini, başlıyor seninle yutkunmaya, sanırsın senden aç.



-Al, ye.



-Yok canım olur mu?



Takip, daha da can alıcı sürer. Tabağın içine düşecek nerdeyse, dayanamazsın.



-Söyleyelim sana da bir tane.



-He söyle, parasını sen vereceksin ama.



Oyunu kazanmış olur. O gün sıra bendeydi.



Kilis’e vardık gecenin köründe. Girişte yine törenle karşılandık!



-Otelin yerini biliyor musunuz?



-Yok, bilmiyoruz ama buluruz.



-Biz size yol gösterelim.



Yani şaşırırsınız, adamlar resmen eşlik edip bizi otele kadar götürdüler.



Ama arabaları gece boyunca, otelin önünden hiç ayrılmadı.



Kilis, bin bir çarşılı bir çengi. Ne ararsan var, hepsi kaçak.



Suriye sınırı, bir göz atımlık yerde.



Geceleri ışıkları gözüküyor, kaçağı her tür yoldan getirmek mümkün.



“Kaçakçılık” bir meslek, hem de can pahasına bir meslek.



Gazeteler, 12.00’ye doğru geliyor. Bekliyoruz.



Dördüncü sayfada, ince uzun bir haber: “Vali yasakladı, oyuncular oynadı.”



Günay, tüm olanları Erkan’ın açıklamaları gibi aktarmış ve gerçeğin açıklığa çıkmasına katkı sunmuştu. Uzaktaki dost gereğini yapmıştı.



Telefona koştuk.



-Selam sayın Akarsu… Şimdi gördük gazeteyi teşekkürler. Mayıs’ta görüşürüz. On gün ordayız. Tüm arkadaşlarım adına seni selamlıyorum.



Kilis seyircisi de sokağa taştı. Ortada ne jandarma ne polis!



Siviller, buralarda bir yerlerde bizi izliyorlardır ama biz göremiyoruz!



-Bu mu yani? Bir gazete haberine yenik düşen devlet mi var karşımız da!



-Devlet değil Vali!



-Ha Vali ha Devlet, ne farkı var?



-Elbette fark eder. Bir kere adamın adı Orhan Aydın.



Yürüyorum Hasan’ın üstüne.



-Bunun şakası bile can sıkıcı!



Oyun sonrasında da uzakta yakında polis gözükmeyince yeni bir şaşkınlık yaşarken, yemek yediğimiz lokantada, “Kelle-paça” yudumlayan sivillerle karşılaştık.



-Ne zaman yolculuk?



-Yarın sabah.



-Birecik’ e gidiyorsunuz galiba?



-Evet öyle. Nerden biliyorsunuz gazetede mi yazıyor?



Sabahın alacasında döküldük yola.



Yakın gibi gözükse de bizim otobüs için biraz uzak. Her an her şey olma olasılığını da eklerseniz, geç bile kaldık.



Mezopotamya topraklarının bereket tanrısı gibi akıyor Fırat.



Dingin yeşil çayırlıklar içinden kale gözüküyor önce, sonra kelaynak kuşlarının barınakları, bin bir şekilleri ile kayalıklar .



Köprübaşındaki benzin istasyonu girişinde, ilçenin giriş yolunu tutmuş polis-jandarma.



Çevirdiler, İndik.



Kimlikler verildi, yetmedi araç arandı. Tüfekler, yaba, çapa, orak gibi aksesuarlar saatlerce incelendi.



-Bu patlar mı?



-Evet patlar. Ancak tetiği çektiğiniz an, efekt sesi vermek lazım.



Yol verdiler, köprüyü geçtik.



Süslü püslü bir köprü. Kelaynak kuşlarının boynu gibi, öyle ince uzun.



Altından Fırat akıyor, deli.



Salon,üç katlı bir binanın en üst katında. Yine her şey olabildiğince hızlı ve düzenli olarak hazır.



Emniyet müdürü geldi. Pehlivan gibi adam. Kulakları fındık büyüklüğünde. Yüzümüze bakmadan konuşmaya çalışıyor.



-Arama yapacağız,



-Neden, ne araması, az önce ilçeye girişte arandık!



-İhbar var.



Bu sözcük, sihirli sözcük.



Daldılar kulise, kostümlere, aksesuarlara düşmanca davranıyorlar.



-Onları sahnede kullanıyoruz.



-İşimize karışma.



Onun dediği oluyor işine karışamıyoruz. Her şeyi didikliyorlar. Sonunda elinde aksesuar bir Orak ile memurun biri geliyor yanımıza.



-Ne bu?



-Neye benziyor sizce?



-Küçük bir tırpan.



-Tarım emekçileri bunun adına, orak derler.



-Orak?



-Evet Orak.



-O zaman buralarda bir yerlerde Çekiç de olmalı.



Akla bakın akla, oyun gereçlerimiz, ‘suç unsuru’ olarak tanımlanmaya başlandı bile!



-Çekiç yok ama kazma, çapa gibi başka gereçler var. Ancak hepsi aletlerin benzerleri olarak yapılmıştır. Hem kullanışlı olsun, hem kolay taşınsın diye.



-Nerde kullanılıyorsunuz ki bunları?



-Sahne de.



-Allah Allah görelim bakalım.



-Evet, siz en iyisi görün bakalım.



Oyun saati yaklaştıkça gerilim tırmanıyor. Polis, kapı girişinde her yurttaşın üstünü başını arayıp öyle alıyor salona.



Salon dediğim, sahnesini bile biz yaptık. Yer seviyesinden 40 santimetre yükseklikte sekiz parçalı, bir yükseltimiz var.



Tamamı kurulunca 8 metre karelik bir oyun alanı oluşuyor ki bu oyun için uygun bir mekân yaratmak adına yetiyor. Sahnesi olmayan mekânlara sahne kurup, tiyatro seyircisini sahne gerçeği ile tanıştırmak, önemsediğimiz bir gelenekti.



Başladık. Ama kuşatılmış durumdayız. Seyircilerimiz olan Birecik halkı ve biz oyuncuların dört bir yanında, resmi-sivil görevliler var. Birinci sırada gündüz arama yapan ‘eleman’ oturuyor. Elinde defter-kalem sürekli not tutuyor. Öyle ki oyunun parçası haline geliyor adam. Duyduğunu yazıyor, gördüğünü yazıyor. Yanındaki sandalyede oyunun metni var bir yandan da onu okuyup neler olduğunu anlamaya çalışıyor ama çıkamıyor işin içinden, anlıyoruz. Seyircide bir kıkırdama, sahnede rahat durmayanlar var!



Ortalık gülmekten yıkılacak oluyor ki, Erkan ipi koparıyor.



-Sayın seyircilerimiz, görüyorsunuz en önde devlet oturmuş not tutuyor. Ancak buradan bakınca demin oynadığımız sahneyi iyi not alamadığını gördük. Şimdi, devletimize yardımımız olsun diye, o sahneyi tekrar oynamak istiyoruz.



Alkış patlayınca, oyun bir önceki tablonun başına dönüyor.



“Hayali gönlümde yadigâr kalan/ Bir yanım deryada çalkanır şimdi.”



Adamcağız metni karıştırıyor, bir türlü bulamıyor sahnede söylenen ağıtı.



Çıldırıyor, fırlıyor ayağa.



-Tamam, işte yok. Bu komünistler için söylenen marş burada yok. Bunlar suç işliyorlar.



Önce ıslıklar yükseliyor salondan, sonra da ağıt hep bir ağızdan tüm seyircinin katılımıyla söyleniyor.



Işıklar kararıyor, ortalık karıştı karışacak.



-Lütfen kimse yerinden ayrılmasın. Elektrikler kesildi. Ama bakın, karşı binada yanıyor. Şimdi buraya da gelecektir.



Hayır, öyle olmuyor. Emniyet Müdürü sahnenin önüne geliyor.



-Oyun Kaymakam beyin emri ile yasaklanmıştır. Herkes sakin olsun ve ses çıkarmadan burayı terk etsin.



Alkışlar, ıslıklar, protesto büyüyor. İnsanlar, yerlerinden kaldırılıp merdivenlere doğru yönlendiriliyorlar. Kalabalıkça bir izleyen grup, sahneyi kuşatmış bizi korumaya çalışıyorlar.



Hepimiz sahnedeyiz. Seyirciler ite-kaka dışarı çıkartılıyor.



-Tutuklusunuz.



Önümüzde bir tuhaf Amerikan arabası, ardımızda polis konvoyu koyuluyoruz yola.



Zifiri karanlıkta ışıl ışıl mavilikte gökyüzü.



-Nereye gidiyoruz?



Yanımızdaki sivillerden ses yok.



Urfa yolunda olduğumuzu algılıyoruz. Yolda birkaç arama noktasını durmaksızın geçiyoruz. Yanıma oturan sivil sigara üstüne sigara içiyor.



Tuhaftır, bizlerle birlikte dekor-kostüm ve aksesuarlar da tutuklu!



Sabahın ilk saatlerinde, karanlığın içindeki Urfa ya giriyoruz.



Önce Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyoruz.



İfadelerimiz alınıyor.



-Sahnede orak-çekiç göstererek ne anlatmak istediniz?



-Orak çekiç göstermedik. Zaten oyunda çekiç yok!



-Nasıl yok?



-Bayağı yok. Bizim aksesuarların içinde çekiç yok. Tutanağı yazan Memur çekiç denen aleti tanımıyor galiba?



-Komünistlerin marşını söylemişsiniz.



-Marş değil ağıt. Sözleri Nâzım Hikmet’e ait olan bir ağıt. Karadeniz’de katledilen Mustafa Suphi ve yoldaşları için yazılmış, söyleniyor, söylüyoruz. O sahne, o katliamı anlattığına göre doğru bir şey yapıyoruz.



-Bunlar başa bela. Atın içeri.



Dört bir yanı demirden bir kafesin içine konuyoruz.



Polislerin telsiz görüşmelerini duyuyoruz.



İçerden bağırtılar geliyor. Birinin canına okuyorlar.



Yaralı bir grup getiriyor başka bir ekip.



Önümüzde, bağırtı-çağırtılı ve bol küfürlü bir seyirdir gidiyor!



-Haydi, ayaklanın, Savcı bey bekliyor.



Toparlanıyoruz.



-Bu ne acele böyle? Görürsünüz bunlar bizi içeri atacaklar!



Savcı Emin Kaya; yaprak dökmüş kızılcık ağacı gibi bir adam. Üst üste soruyor soruları.

Yanıtların kısa ve seri olması için sürekli bağırarak uyarıyor.



Bağırdıkça kızarıyor, tıkanıyor, öksürük krizine tutuluyor. Komik ama gülünecek zaman değil!



-Orak-çekiç göstermişsiniz sahnede!



-Hayır, efendim göstermedik. Aksesuarların içinde çekiç yok.



-Yalan mı söylüyor bu belge?



-Evet efendim. Tutanağı düzenleyen polise “İstanbullu” diye sesleniyorlardı. Delikanlı hayatında hiç çekiç görmemiş olabilir.



-Soran olmadı, soran olmadı sus. Devlete ve devlet büyüklerine hakaret etmişsiniz.



-Etmedik.



-Mustafa Suphi denen komünist övülünce ne oluyor sanıyorsunuz siz? Aptal mı bu devlet!



Tiyatro adı altında ‘Komünistlik propagandası’ yapıyorsunuz. Otur yerine otur. Sen kalk ayağa.



Nizip’te bağırıp çağırmışsın. “Bu devlet bizi susturamaz, işte buradayız hadi görelim, el mi yaman bey mi yaman” demişsin.



-Ne öyle bir şey dedim, ne de bu anlama gelecek herhangi bir şey söyledim. Oyunumuzu oynamaya devama edeceğiz, dedim.



-Devlet umurunda değil yani? Otur.



Yaz oğlum. Aşağıda adları ve soyadları yazılı sanıkların kimlik bilgilerinin doğrulanması için ikametgah adreslerinden sorulmasına, duruşmanın 20 Mayıs 1976 tarihine ertelenmesine ve sanıkların tutuklanarak Urfa Kapalı Ceza ve Tevkif Evi’ne gönderilmelerine karar verildi.



Hayda… Kalakalıyoruz.



-Savcı bey, tutukladığınız bu insanların birer sanatçı olduğunu biliyor musunuz?



-Kaçıncı yüzyıldayız? Dağ başı mı burası! Kimin bu ülke?



-Kesin sesinizi haydi, götürün şunları.



Eee gel de şimdi kahrolsun faşizm deme. Tam yeri. Avazım çıktığınca bağırıyorum.



-Değişecek bu devran. Bu saltanat uzun sürmeyecek. Gün gelecek, bizimle karşılaştığınızda utanacaksınız. Kahrolsun faşizm!



Koridora çıkarılıyoruz. Bir adam sürekli resim çekiyor.



İki polis, yanlarında jandarmalar, kollarımıza kelepçe takıyorlar. Adam resim çekiyor, Erkan bağırıyor.



-Buradaki herkes duysun, benim adım Erkan Yücel. Tiyatro oyuncusuyum. Buradaki arkadaşlarım da tiyatrocu. Savcı Emin Kaya, bizi haksız yere tutukladı. Duyurun, herkes bilsin, bizi Urfa Cezaevi’ ne gönderiyorlar.



Birkaç avukat yöneliyor bize doğru, engelliyor Sivil.



Adam resim çekiyor. Kimseden ses çıkmıyor. Sonunda bize doğru yöneliyor güleç, çiçek yanığı bir yüzü var.



-Filmleri öğleden sonra İstanbul’a gidecek otobüsün şoförüne yetiştireceğim. Yarın ellerinde olur. Günay ağabey telefon etmişti. Ben A.A muhabiriyim. Haberi telefon ile hallederim. Geçmiş olsun.



Bir kez daha Günay.



……….





Bahar ortasında bir ayaz.



Hiç sormayın, kemiklerimiz donuyor.



Binanın bu ek inşaatı yeni bitmiş, yapı bahar güneşi ile ısınıp kendine gelmeye çabalıyor.



Yan yana tek kişilik hücrelerde yatıyoruz.



Tabutluk gibi.



İki metrekarelik alanda, tuvalet taşı ve akmayan bir musluk var.



Demir ranzanın üstünde, yırtıp pırtık bir şilte.



Kapılarımız, yüksekçe bir duvarın önümüzü kestiği, dar ama uzun bir avluya açılıyor.



Gökyüzünü görebiliyoruz, derinliğine bir mavilik.



Erkekler bölümünde on dört kişiyiz. Üç arkadaşımız da kadınlar bölümündeler.



Urfa Ceza ve Tevkif Evi’ne tıkılışımızın on ikinci günündeyiz.



Kafalar kazılı on dört “Adem Baba”.



Boş durmuyoruz.



Erkan kantinden aldırdığımız mavi pelür cinsi bir kâğıt tomarına, belleğindeki oyunu yazıyor kurşun kalemle.



72. Koğuş.



Hepimiz okuduk-izledik ama ezbere bilme şansımız yok.



O ‘İzmirli’ karakteri ile göklere çıkardığı oyunu replik replik kâğıda döküyor.



Bir yandan prova ediyoruz.



Geceli gündüzlü, seslerimizi birbirimize ulaştırma şansımız olduğuna göre boş durmamalıydık.



‘Tavukçu’ rolünü ezberlerken, Aydoğan Ergezen ağabeyim düşüyor usuma. Bir aktörün beden dili, bu kadar farklı bir zenginlikte olursa yapamayacağı yoktur.



-Anam-babam Aspasya… Benim Aspasya’yı görecektiniz… Karı mı bunlar be… Şerefsizim on yedi, yoktu on sekizinde o kaşlar, o gözler, o kalça ah ulan ah. Yaktın beni İnek basamakçı… Biliyon mu İzmirli?



- He… Biliyom. Bu Aspasya dediğin kümesin en tombul kızıydı.



-Ülennn…



Leşçi bir hücreden ses veriyor, kaptan başka bir hücreden.



Dekor-Kostüm ve aksesuarları anlatıyor Erkan.



“Bir çuval dolusu bayat ekmek, eski bir mangal, yırtık-pırtık elbiseler, yerde gazeteler, fasulye tenceresi, kırık bir kepçe, tavla zarları, bozuk paralar, Leşçi için bıçak. Kar yağdırmak lazım… Pencereden görmeli seyirci, herkes düşünsün ne yaparız?”



Orhan Kemal ile olan dostluğundan söz ediyor uzunca. Bereketli Toprak Üstünde için, “içim gidiyor, çok iyi” diyor.



Oyun yol alıyor.



17. gündeyiz. İstanbul turnesi iki seksen yatıyor. Gazeteler haber yapmış mıdır?



Ankara Gençlik Parkı Muhsin Ertuğrul Açık Hava Tiyatrosu’na girme kararı alıyoruz. Çıkar çıkmaz, dekorları çakıp, oyunu çıkarıp haydi sahneye.



Fatma için, Mualla arkadaşa oyunu göndermenin yollarını aramaya başladık ki; ortak avlunun sonundaki mazgallı demir kapı, gürültüyle açıldı.



Sivaslı elindeki kâğıttan isimlerimizi sıralıyor.



-Ne oluyor? Galiba koğuşlara gönderecekler.



-Hazırlanın diyor.



Neyimiz var ki hazırlanacak?



-Savcı bey tahliyenize karar verdi, duruşmalar tutuksuz devam edecek. Haydi, geçmiş olsunnn!



Yine öyle, bakakaldık!



Turne otobüsümüz, Cezaevi’nin yan avlusunda kuzu gibi yatıyor.



Güneş yaz çağrıcısı, alnımı yakıyor.



İçeri girerken, yüreğim ürperiyordu!



İki gardiyan uğurluyor bizi. Siirtli yaman adam. Bize kantinden kâğıt-kalem-sigara ve çay taşıyan da o.



Kâğıtları göğüs kafesine sokarak getirmiş, bunun için ‘bir şey’ talep etmemişti.



-Bütün gazetelerde siz varsınız.



Birbirimize bakıyoruz. Erkan ile aynı anda dökülüyor kelimeler; Günay Akarsu.



Mualla bağırıyor avazı çıktığınca; Yaşasın tiyatro.



Ankara yollarına diziliyoruz. 1976 11 Mayıs.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder