20 Eylül 2011 Salı

Cehalet…

Dünya Barış Günü’nde Kadıköy Meydanı’nda yapılmak istenen miting, provoke edilince ortalık karışıyor.

Taş-sopa-biber gazı-panzer, ortalık savaş alanına dönüyor.

Katılımcılar duraklara saldırıyor, bankalara saldırıyor ve tiyatro binasına taş yağdırıyorlar.

Kanım donuyor.

Dünya Barış Günü’nde tiyatro binası taşlanıyor!

Otobüs duraklarından koparılan parçalar, kaldırımlardan sökülen taşlar, pankart sopaları Haldun Taner Sahnesi’ne savruluyor.

Oyun afişleri parçalanıyor, giriş kapısının camları indiriliyor.

Bu insanların yaşları 15 bilemediniz 18.

Düşmana saldırır gibi saldırıyorlar.

Grubun içinden bu duruma karşı koyan, engelleyen birilerini arıyor gözler.

Yok.

Polis şeflerinin kıs kıs sırıttığını görüyorum!

“Bu ne acayip bilmece”

Bu insanlar, faşist bir komploya karşı savunmasız kaldıkları için mi yapıyorlar bunu, yoksa TC’ye ait her yer, her kurum, her yapı ‘düşman’ olduğu için mi?

Bu parti, bu çocuklara eğitim verme gereği duyuyor mu?

Yoksa sayıları binlerle ifade edilen bu insanlar, potansiyel bir güç olarak kendi bildiklerini yapmaları için ‘başıboş özgür mü’ bırakılıyorlar?

Bu sorular yanıt bekliyor.

Ülkenin demokratikleşmesi için mücadele ettiklerini söyleyenler ve getirip çıtayı çatının üstüne koymayı hedefleyenler bu soruları önce kendileri için yanıtlamak zorundalar.

Anlaşılıyor ki bu yapının içinde bir ‘eğitim çalışması’ yapılmıyor. Saflarına kim gelirse gelsin bağra basılıyor.

Sonuç ortada.

“Denetimsiz güç, güç değildir” sözü bir kez daha doğrulanıyor.

Saldırıya sanat alanlarından reaksiyon verilmemesi de ayrı bir sorun.

Mezar saldırısıyla, heykel saldırısıyla, tiyatro binası yıkmakla, tiyatro taşlamak aynı şeyler değil midir?

Neden susuluyor, kimden korkuluyor?

Adı ‘Barış İçin Sanat Girişimi’ olan ve kalabalıkça bir sanatçı toplamından oluşan grup, bu durum için ne düşünüyor?

‘Bu harala-gürele arasında bir sıkışma sonucu yaşanmış önemsiz bir durum’ diye olup biteni geçiştirmeye kalkmak, en yakın tarihte yapılacak olası bir miting sırasında, aynı saldırının daha da büyüğüne zemin hazırlamak değil midir?

Herkes aklını başına toplamalıdır.

Gericiliğin saldırdığı kültürel dokular, sanatsal yaratılar için sanat alanları bas bas bağırırken susanlar; sisteme eklenip pusanlar, perde gerisinde AKP ile pazarlık peşine düşenler, şimdi de susarak, yan bahçenin çocuklarıyla ‘iyi geçinmenin’ hesaplarını yapıyorlarsa, yanılırlar.

Tiyatrolar insanlığın ortak evleridir. Bu yapılara saldırmak; yıkıp, yakıp, taşlamak insanlık suçudur.

oaydinoaydin@gmail.com
Yalana esir düşmek ve sonrası…

Meslek alanımızda ‘Oyuncular Sendikası’ adıyla kurulan yapı, zar-zor da olsa istenilen toplantı sayısına erişerek, ilk genel kurulunu yapıp resmi kimliğini kazandı.

Ancak, “meslek haklarımızı alacağız, telif ücretlerimizi alacağız, sosyal güvencelerimizi alacağız, çalışma koşullarımızın düzeltilmesi için çalışacağız” diyerek seçilenler; hangi ülkede yaşadıklarının ve hangi siyasi aklın egemenliği altında olduklarının saptamasını bile yapmaya gerek duymadılar.

Bu yapı, ‘kuruluş çağrısı’ adıyla yaptığı ilk toplantıda da önermelere, eleştirilere kulaklarını tıkamış, tek merkezden yönetilen bir akıl ortaya koyarak bildiklerini okuyacaklarını dillendirmişti!

İlk kuruluş toplantısında tarafımdan yapılan konuşmada, “oyunculuk, bu ülkenin çalışma yasalarında meslek olarak tanımlanmıyor, bu tanımlama olmadan yani yasalarda bir düzenleme yapılmadan yeni bir sendika kurma girişiminde bulunmak, alanımızda var olan ve çoğumuzun üyesi olduğu Sinema Emekçileri Sendikası’na karşı bir yarılma oluşturmaktır. Ülkenin durumunu görmemek ve bu duruma göre mevzilenmemek şaşırtıcıdır. Tüm sistemin ele geçirildiği bir süreç yaşıyoruz. Çalışanların sendikal hakları tırpanlanıyor, örgütlenmelerin önüne setler çekiliyor. AKP, Uluslararası Çalışma Örgütü kararlarını tanımıyor. Taşeronlaşma iş yaşamının başındaki en büyük beladır. Tekel işçilerine uygulanan 4C şimdi opera-bale-senfoni ve tiyatro için yolda. Alanlarımızdaki tüm sorunlar ortaktır. Set çalışanlarıyla, kamera gruplarını, yazarlarımız ile ışıkçılarımızı, yönetmenler ile oyuncularımızı ayrı ayrı tartıya sokmak elimizi güçsüz kılar, bölünme ve yarılma yaratır. Bu kimin işine gelir? Buzdağını görmemek tuhafıma gidiyor. Aynı ülkede yaşıyor, aynı işleri yapıyoruz ama farklı pencerelerden bakıyoruz. Bu ülkenin savrulduğu uçurumu görmeden, tespitlerimizi buna göre yapmadan örgütlenme için alınacak her karar; hayal kırıklığı yaratacak, alandaki mücadele istemini törpüleyecek ve geriletecektir.”

Salondan destek sesleri yükselince, kürsüde mikrofonu elinde bulunduran arkadaşlar, her şeyi çözdüklerine inandıkları sihirli cümleyi ünlediler “yasa değişecek sözünü aldık”.

İşte o an, ortalığa saçılan pis kokuyu algılamamak için aptal olmak gerekir diye düşündüm.

Toplantı kayıtlarına göz atılınca görülecektir.

Avukat Burhan Gün, AKP ile yapılan görüşmeleri ‘detaylarına girmeye gerek duymadan’ aktarmaya çabaladı.

Anlaşıldı ki AKP, ‘kurun siz sendikayı biz yasayı düzeltiriz’ diye söz vermişti.

‘AKP’nin aklıyla yola çıkılamayacağını bunun bir aldatmaca olduğunu’ söyleyince, aklı evvel yandaş sesler ,‘bu bir fırsat kaçırmayalım’ diye seslerini yükselttiler.

Otel salonunu dolduran oyunculara, ‘liberalizm’ dersleri vermeye soyunan bildik isimler, “her şeye muhalif olmak iyi değildir” vecizesine sarılıp, nutuklar çektiler.

Cihat Tamer’in “Hak verilmez alınır. Bizi aptal yerine koymanız aptallıktır” diye düşüncelerini net biçimde tanımlaması, bardağı taşıran ama kürsüdekilerin ve salondakilerin dikkate almadığı bir gerçeklik olarak ortada çınlarken, sesler kalabalıklaştı.

Yanıt verme yarışına giren bazı kurucu üyeler, “ Ben AKP’li değilim” diye savunmaya geçtiler.

Tartışma büyümek üzereyken salonu terk ettim.

Aradan aylar geçti, işlemler tamamlandı, sendika kuruldu.

Peki, AKP’nin verdiği söz ne oldu?

Yanıtı açık, bir başka bahara kaldı, yani yalan oldu.

Ama yarılma gerçekleşti.

SİNE-SEN üyesi 15 kişi, kurulan sendikaya üye olmak için istifa etti. Arkası da gelecektir.

Genel kurulda söz hakkımız olur muydu bilemiyorum ama TKP’nin 91. yaşını selamlamak için Kartal yollarına düşmemiş olsam, söyleyeceklerim vardı.

Süslü-püslü sözlerle sisteme karşı mücadele edilmez.

Tüm sanat alanlarının sorunları ortaktır.

Çözümü de ortak bir devrimci mücadeleden geçer.

Sisteme eklenmeyi aklına koyanlar kaybedeceklerdir.

Meydanlarda arsızca, “yetmez ama evet” diye AKP politikalarına alkış tutup destek olanları, kürsülerine çıkıp halkı, ‘AKP’ye oy vermeye çağıranları’ baş tacı ederseniz, buradan mücadele edecek bir çoğul çıkaramazsınız.

Ülke işçi sınıfının, emekçilerinin verdikleri hak-eşitlik-örgütlenme ve özgürlük mücadelesine sırt dönülerek sanatçı olunmaz.

Ve evet, Cihat Tamer ağabeyim sonuna kadar haklıdır. Hak verilmez alınır.

oaydinoaydin@gmail.com

15 Ağustos 2011 Pazartesi

urun...


İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nin önündeki tanıtım panolarında süslü-püslü bir 'bilgilendirme' boy gösteriyor.

"Yargı kararları nedeniyle AKM'de onarım çaşlışması yapılamıyor"

Şimdi yine, bağırıp-çağırıyor bu adam diyecekler ama, ayıptır ayıp!

Bunun adı, halkı sürü yerine koymak, sürece tanıklık edenleri ve taraf olan bizleri karalamaktır.

Böylesine bayağı-sıradan, kafa karıştırıcı bir yolla meseleyi tek yanlı afişe etmek, ahlaki değildir.

Dilimizde tüy bitti.

AKM için alınan 'yürütmeyi durdurma' kararının dayanağı, Koruma Kurulu kararları doğrultusundadır.

O bina 'kültürel varlık' olarak onanmıştır; orada aklınıza estiği gibi bir onarım-düzenleme-yenileme çalışması yapamazsınız.

Yapmayı tasarladığınız tadilatla yapının yüreği yerinden sökülüyor, bina tüm sanatsal işlevini yitiriyor.

Bu yüzden yargı başvurumuzu kabul etti ve karara bağladı.

Neden bu gerçeği paylaşmıyorsunuz?

Yüreğiniz el veriyorsa, 'dürüst' iseniz o ilanların yanına yargı kararını da asın, bilgilensin bu halk.

Bitişiğine de tadilat için, 2010 Avrupa Kültür Başkenti fonundan aktarılan ve iç edilen paranın miktarını da yazın!

Ne sanıyorsunuz, 'şimdi sanat sezonu açılıyor, İstanbul yine salonsuz, birileri çıkıp konuşacak, AKM'nin hesabını soracak.
"Üstünden bunca zaman geçti mesele unutuldu, biz ne söylersek bu halk inanır" diye mi düşünüyorsunuz?

Yanılıyorsunuz.

Bu ülkenin mimarlarını- kent planlayıcılarını-mühendislerini-sanatçılarını, bu alanda karşınıza dikilen örgütlerini aptal mı sanıyorsunuz?

Bunun böyle olmadığını bin kez anlamış olmalıydınız.

'Sabun köpüğü gibi üste çıkmak böylelikle insanları yanıltmak ve buradan siyasi bir kazanım elde etmek' dürüstlük oldu da bizler mi bilmiyoruz.

Ertuğrul Günay ve bu ülkeyi yöneten akıl, bir kez olsun kültürel değerlere, kalıtlara sahip çıkanlara kulak verseler kıyamet mi kopar?

İki aya kalmaz, Taksim Meydanı ve Tarlabaşı Bulvarı üzerinde 'trafiği yeraltına indirme' çalışmalarına başlayacak, ardından
tarihi yarım adaya uzanacak ve ekranlardan gördüğümüz o ucube köprüyü dikmek için yıkımlar yapacaksınız.

Tüm Taksim ve çevresi, Haliç'e kadar büyük bir şantiyeye dönüşecek.

İş makinaları kentin yüreğine dalacak ama insanlar ne olup-bittiğini bilmeyecekler.

Yine bildiğinizi okuyacaksınız.

Projeyi halkla paylaşmayacak-bilgilendirmeyecek, böylelikle tartışmaların önünü tıkayacaksınız.

'Bu kent babanızın tapulu malı mı?' diye sormazlar mı sanıyorsunuz?

Tarlabaşı'ında yapılan yıkımların, insanları sokaklara atmanın, baskılar yoluyla evlerini boşaltmanın saklı kalacağını,
kimseciklerin seslerini çıkaramayacağını düşünüyordunuz.

Ne oldu?

UNESCO'dan bile yanıt aldınız.

Aynı durum yeniden yaşanmayacak mı sanıyorsunuz?

Kendini 4. Murat yerine koyup, Beyoğlu'nu zaptiyeleri ile kuşatan akıl tüm dünyanın gündemine düşmedi mi?

Dünya basını sizleri, 'İran mollarına' benzetiyor.

Bu sizin için övünç kaynağı olsa gerek!

Beyoğlu'nda kaç insan işsiz kaldı haberiniz var mı?

Esnaf kan ağlıyor, zararlarının haddi hesabı yok.

İnsanları durduk yerde kışkırtyorsunuz.

Arkanızdan her gün, her saat, her dakika küfür üstüne küfürler ediliyor.

Günü geldiğinde, bu küfürlerin yüzünüze yüzünüze savrulmayacağının bir garantisi var mı?

Durun artık, durun!

Bir kentin tarihsel ve kültürel dokusunu bozmak-yıkmak, insanların yaşam alanlarına saldırmak suçtur.

Hem de 'nitelikli' bir suçtur.

Bu suçun hesabı sorulmaz mı sanıyorsunuz?

Yanılıyorsunuz, bin kez yanılıyorsunuz.




oaydinoaydin@gmail.com






12 Temmuz 2011 Salı

stalık...


Memleketin ne yanına baksanız içinizi karartan onlarca şey görüyorsunuz.

Ülke bereketli, topraktan adeta pislik fışkırıyor.

İnsanın sabrı zorlanıyor kardeşim,'sıka sıka ağızda diş kalmayacak!'

AKP, yargının üstünde tepine tepine yargıyı, ordunun üstünde tepine tepine orduyu, bürokrasiyi, sağlığı, eğitimi kendine
tapınan hale dönüştürdükçe, memleket zil takıp oynuyor.

Sıra futbol rantını iç etmeye geldi.

Tilki gibi kurnazlar.

Madem orada bunca pislik kol geziyordu şimdiye kadar neredeydiniz diye sormazlar mı adama?

Seçim öncesi bassaydınız ya düğmeye.

Yargının elinde toplanan veriler, belgeler yeni mi geçti elinize; nasıl oldu, bir gece vakti gökten zembille mi indiler?

Bu ülkeyi dokuz yıldır kim yönetiyor?

Akıl küpüsünüz!

Böyle bir lacivertliği seçim öncesi yapsaydınız eğer, AKP'nin iplerini kendi ellerinizle çekerdiniz, bu gerçek bilinmiyor, konuşulmuyor mu sanıyorsunuz?

Deniz Fener'i için yapılan yutturmaca operasyonu da afiyetle yememizi istiyorsunuz.

Milyarlarca dolarlık dolandırıcılığı, hırsızlığı dört kişiye yıkıp, işi aklayacaksınız öyle mi?

Nasıl olacak peki?

Partinizin içinde-dışında, bu namussuzluğa kol-kanat germiş, yemiş-içmiş, semirmiş, o paralarla şirketler, okullar, ajanslar kurmuş, gazeteler çıkarmış
televizyon kanalları türetmiş, ihaleler kapmış, memeleketi beton yığınına çeviren inşaatlar dikmiş kaç kişi var?

Bu isimlerden kaç tanesi ile ortaklığınız söz konusudur, kaç tanesi halen para musluğudur?

Hepsinden önemlisi şimdiye kadar nerdeydiniz, olay dünya basının gündemine düştüğünden beri, Almanya'da yargı'sahtekarlık, hırsızlık'
kararı verdiği günden bu güne ne yaptınız? Belgelerin karartılması için mi beklendi, neydi amaç?

Bu konuda haber üreten yazan çizen insanlara, etmediğiniz kalmadı, şimdi de bu konudaki gazete yazılarını sansürletmeye kalkıyorsunuz

Ne demeli? Ne yapsanız azdır.

Ustalığınızı kanıtlamak zorundasınız.

Bazı konularda geç kaldığınızı iletmek isterim.

'Ucube Heykel'i nasıl yerle bir ettiyseniz, Atatürk Kültür Merkezini de yerle bir etmelisiniz, orada koskaca bir rant öyle atıl duruyor yazık!

Artık önünüzde hiçbir engel yok.

Değiştirin koruma kurulu üyelerini, atıyacağınız yandaşlar yapının üstündeki tescil'i anında kaldırırlar,
bizim aldığımız yürütmeyi durdurma kararı da kadük olur.

Ancak, Kars'ta yaptığınz dualı yıkım töreninin daha büyüğünü Taksim Meydanında yapmalısınız.

Fatih Camii imamını çağırın lütfen, duayı o zat ettirsin, besmele çeken kalabalığın içinde ise Hadi Uluengin, Hıncal Uluç ve Cüneyt Özdemir gibi yandaşlarınız olmalılar.

Canlı yayınlar yapılmalı.

Ülkenin başı ve Kültür Bakanı birer konuşma yapmalı, ardından İstanbul Belediyesi'nin mehter takımı sahne almalı ve dozerleriniz işi bitirmeli.

Çekinmeyin, işiniz kolay.

Nasıl olsa, bu büyük yalana inanan ve onunla yaşamayı 'erdem' sayan yüzde ellilik bir toplam, işi tapınma boyutlarına kadar vardırmış durumda.


oaydinoaydin@gmail.com

27 Haziran 2011 Pazartesi

Öfke yapmak…

Ülkenin orta yerinden alevler yükseliyor.

Bu toz-duman dinecek, kara bulutlar dağılacak, memleket sakinleşecek mi?

Hiç sanmıyorum.

Kargaşa, keşmekeş, her tür kriz ve tüm bunlardan son damlasına kadar beslenen bir siyasi cambazlık, pişkinliğini en utanmaz-arlanmaz boyuta kadar taşıyor.

Olup bitenleri örtmek için beylerden yükselen sesler, ‘ileri demokrasi’nin tüm ipuçlarını ele veriyor.

“Yargı’nın işine karışamayız”, “Hukukun üstünlüğü ilkesinin zedelenmesine izin veremeyiz”, “Anlaşılıyor ki yeni kanunlara, anayasal düzenlemelere ihtiyaç var”

Ama hepimiz yaşıyor, görüyor ve anlıyoruz ki, ‘yargı makamları’ denen kurumlar, AKP’nin genel müdürlükleri gibi çalışıyorlar.

“İstikrar” denen şey, tam da bu olsa gerek.

Halkın yüzde ellisi, yani ‘iki kişiden biri’ bu kara akla oy verdiğine göre hiç bir mesele yok!

İyi de olmaz ki bu kadar da boyun kırılmaz, bu kadar da kul köle olunmaz ki be kardeşim.

Dinci basına bakıyorum, adamı nerdeyse ‘peygamber’ ilan edecekler. Tapınma boyutuna varan övgülerin ardı arkası kesilmiyor.

Döneklerin kuşattığı gazetelerin köşe yazılarına bakıyorum, hepsi balkon konuşmasında kalmışlar, lafı evirip-çevirip başbakana şükranlarını sunuyor.

Aziz Nesin’in kulakları çınlıyor olmalı.

Bir halk, cahil-aptal yerine ancak böyle konulur.

Sokaklarda dostlarla karşılaşıyorum, çoğunluk benim gibi ‘küfürbaz’ olmuş.

Büyükçe bir bölümü de şaşkın.

“Nerede yaşadığımı bir kez daha anladım”, “Bu kadarını beklemiyordum”, “Terk etmeli bu ülkeyi, sanatmış, edebiyatmış, aydınlanmaymış, onurlu başı dik insan olmakmış, bağımsızlıkmış, eşitlikmiş bu insanların umurunda değil, boşuna çabalıyoruz.”

Bu yakınmaları anlamakta zorlanmıyorum ama taşın altına elini koymayanların böyle yüksek bir yerden ahkâm kesmeleri de beni daha da küfürbaz ediyor.

Ya tamamıyla teslim olma işaretleri verenlere ne demeli.

“Oyun mu, ne oyunu sezona perde açmamayı düşünüyorum. Yeter buraya kadarmış. Zaten belediye salonunun peşinde. Alıp alış-veriş merkezi yapmak istiyorlar. Veririm olup biter, bende basar giderim yalnızlığıma fena mı?”

Bunları duyunca önce kalakalıyorum, sonra biraz üstüne gidince ses renginin değiştiğini algılıyorum. “Boş ver inan değmezmiş, ben bu halka kendimi anlatamadım 35 yıldır yazdıklarımı oynadım, tiyatrom yakıldı, yasaklandık, canımıza kast ettiler susmadık ama şimdi yol tükendi”.

“Hayır, yapamazsın” diyorum, “Görüşmeliyiz, bak bu gün senin salonunda toplanmış onlarca genç komünist geleceğin TKP’sini konuşuyor, daha çalışkan daha kavgacı, daha coşkulu bir gelecek için kolları yeniden sıvadıklarını söylüyorlar. Yaşları 19-20. Bu ülkede bu kadar onurlu yurttaşın olması, bizim de geleceğimiz için bir işaret değil midir?”

“Benim baharım tükendi, içim hep karakış”

Nâzım Oyuncuları olarak Van'da sahneye taşıdığımız, Yaşar Kemal Usta’nın Kırmızı Deynek şiirinden bir bölüm okuyorum.


“…Ben bu dünyayı sizin başınıza çalarım
Ben bu dünyadan öfke yaparım,
Kudurmuşluk yaparım,
Sözden öfke yaparım
Atkuyruğu kılından,
Şahin teleğinden öfke yaparım.
Karınca ayağından,
Örümcek ağından öfke yaparım,
Gölgeden öfke,
Böcekten,
Tekmil böceklerden öfke yaparım.
Demirden, bakırdan, çelikten, tunçtan,
Kayadan, taştan, elinizdeki atomdan,
Gagarinden,
Bütün bebeklerin, doğmuş doğacak bebeklerin,
Doğmuş doğacak eniklerin,
Doğmuş doğacak bahar taylarının,
Doğmuş doğacak buzağıların,
Doğmuş doğacak civcivlerin,
Doğmuş doğacak kertenkelelerin,
Gözlerinden öfke yaparım,
Kudurmuşluk yaparım
Aynalardan atom yaparım.

Ulan neyinizle öğünüyorsun be
Yabanıllar, kan içiciler, verin o elinizdeki oyuncağı…”


Uzunca susuyor telefondaki ses sonra,“Öfke yapmak ne kadar da zor ve ne kadar da kolaymış meğer” diyor.

İçim coşuyor.

oaydinoaydin@gmail.com.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Artvin…

Balkon konuşmasının ardından yaşananlar, başbakan efendinin önümüzdeki süreçte yapacaklarının tüm ipuçlarını ortaya koydu.

Anladık ki ‘olgunluk’ döneminin AKP’si ‘hepimizi kucaklamaya’ geliyor.

Neden derseniz, 12 Haziran gecesi höykürülen ‘barış, kardeşlik, helalleşme’ gibi sözler, karşılığını buluyor da ondan.

Sol, sosyalizm düşmanlığının doruğa çıkarıldığı Hopa operasyonunun ardı sıra, tüm yurtta dur durak yok.

Başını kaldırana gözaltı, cop, biber gazı, panzer, tazyikli su, işkence.

Artvin halkına, çevre ilçe ve köylerdeki devrimcilere cezalar kesilmiş!

Bölge halkının şimdiye kadar görüp-tanımadığı bir ‘vurucu tim’ Artvin ormanlarında, kırlarında, derelerinde, yaylarında insan avına çıkmış durumda.

Halk çocuklarını ‘ihbar etmeye’ zorlanıyor.

Direnişle karşılaşınca da işkencenin, kötü muamelenin, orantısız gücün bini bir para!

Şavşat’ta baskı ve gözaltılar ailemin üyelerine kadar uzandı. Jandarma, gece yarıları köylerimize baskınlar düzenliyor.

Buradan ilan ediyorum, tutuklanıp Erzurum cezaevine gönderilen tüm kardeşlerimin başına gelecek olanların sorumluları Başbakan, Artvin Valisi, Emniyet Müdürlüğü ve Jandarma Komutanlığıdır.

Hopa vahşetinin Ankara ve İstanbul’da protesto edilmesini sindiremeyenler, boş durmadılar Ankara’da onlarca devrimciyi gözaltına aldılar.

Derdest edilip içeri alınanların arasında, ÖDP Genel Başkan Yardımcısı da var.

Bir siyasal partinin genel başkan yardımcısın böylesi sudan gerekçelerle tutuklanmış olması, tam da AKP yargısına-polisine yakışacak bir durumdur.

Başbakan ve kurmaylarının, Hopa direnişinin tüm yurda yayılmasından ‘Azrail’den korkar gibi korkuttukları’ anlaşılıyor.

AKP, adı ‘Metin’ olan her yurttaştan ürküyor!

Elbette bu yaşatılan zulüm, bu ülke için bir ilk değil.

Korku duvarı yaratma-sindirme-baskı altına alıp yok etme-işkenceler ile susturup ezme-gerekçesiz biçimde tutuklayıp hapse atma-işkence yapıp sakat bırakma operasyonlarını, 12 Mart ve 12 Eylül’de binlerce kez yaşadık.

Karadeniz’in çocukları bu süreçlerin en iyi tanıklarıdır.

Evlatlarının yarısını kurşunlara diğer yarısını mahpus damlarına veren halk o günleri, o günlerin yarattığı derin acıları unuttu sanılmasın.

Şavşat, Ardanuç, Hopa, Arhavi, Artvin merkez, faşizme karşı onurlu direnişin simgesi olmuş vatan topraklarıdır.

Tıpkı Fatsa gibi.

AKP’nin asıl korktuğu da budur.

Biliyor ki orada eşitlik ve özgürlük için yakılacak bir meydan ateşi, tüm ülkeyi saracak kadar güçlü olabilir.

Çünkü Çoruh vadisi, yatağına sığmayan, terbiye edilemeyen Çoruh nehrinin ve onu tüm coşkusuyla sahiplenen insanlığın evidir.

Bu bölge, teslim alınmış-sindirilmiş-gericileştirilmiş ve bir o kadarda yoksullaştırılmış Kadir Topbaş efendinin Yusufeli ilçesine hiç benzemez.

Hırçınlığın, söz dinlemeyip, kendi sözünü ortaklaştırmanın adı olarak bilinen bu topraklar, Laz, Hemşin, Gürcü halklarının sımsıkı beraberliklerinin, kardeşçe bir arada yaşamalarının da adıdır.

Ne derelerin önüne setler çekilip suların ticarileştirilmesine, ne de bu tür aşağılıkça saldırılara, zulme boyun eğmeyeceklerdir.

Birlikte göreceğiz.

‘Derelerin Kardeşliği’ daha da büyüyecek ve satılık tek damla suyumuzun olmadığını tüm dünya duyacak.

AKP’nin bölgede sürdürdüğü operasyonların bu birlikteliğe uzanmasının tek nedeni budur.

Bölgeyi, kan emici HES şirketlerine peşkeş çeken akıl, bu akla karşı çıkan halka, devrimcilere kin ve nefretle saldırıyorsa, bunu başka türlü açıklamanın anlamı da yoktur.

Zulmün padişahı bilmelidir ki; Artvin’e bir dokunursan, bin ah çekersin.

oaydinoaydin@gmail.com

13 Haziran 2011 Pazartesi

Ondan şikâyet, bundan şikâyet…


Sizin de içiniz kalktı biliyorum, sizin de kusasınız geldi!

“Ne bu kardeşim, bu kadar da olur mu, adam her iki kişiden birinin oyunu aldı”

“Nasıl iş bu, aklım almıyor, bu halk bu kadar geri olabilir mi?”

“Adam diktatör, halk diktatörleri seviyor, ne diyorsa inandırıyor, inanıyorlar”

Bu ve benzeri onlarca fikir beyan eyleyen yüzlerce insanla karşılaşmanız mümkün.

Ama buzdağının ardındaki gerçek olduğu yerde duruyor.

Nereye bakarsanız bakın, AKP’den şikâyeti olanların içinde, seçim sonuçlarından memnun ve mutlu olan kimsecikler bulamayacaksınız.

BDP dışında.

BDP güçlü bir çıkışla istediği çıtaya yakın sonuç aldı.

Bu iradenin neleri ne kadar başarabileceğini-değiştirebileceğini birlikte göreceğiz.

Kaybedenlerin yakarışlarındaki-şikâyetlerindeki ortaklık da şaşırtıcı geliyor bana.

“Bu kez olmadı yenisine bakacağız, mücadele yeni başlıyor”

Tamam, anladık olmadığını görüyoruz ama bu anlayış böyle sürdüğü sürece yenisini beklemek beyhude değil midir?

Bu anlamda sistem partilerinin ne halt ettiği beni hiç ilgilendirmiyor. Al birini vur ötekine.

Ancak görüyorum ki doğru yerde durup, gerçeği söylemek yalnız başına hiçbir şey ifade etmiyor, sonuç ortada.

Ne yapmalıyız-nasıl yapmalıyız tartışmaları başladı başlayacak.

Toplumu dönüştürebilecek, bireylerin aklını gericilik kuşatmasından kurtarabilecek, devrimcileştirecek yeni bir ufka gereksinme olduğu ise açık.

Sözü eğip bükmeden söylemeyi yeğleyenlerden biri olarak, sanat alanında üretilenlerle kitleleri buluşturarak, azımsanmayacak bir güç kotarılabileceğine inanıyorum.

Bunun hem ülkemizdeki sınıf mücadelesi tarihinde hem tüm insanlık mücadelesinde onlarca örneği var.

Açıkça söylemek gerekir. Benim ülkemde sanatçılar; mitinglerde-eylemlerde kurulan sahnelerden üç-beş süslü cümle kurdurmak, iki şarkı, bir türkü söyletmek ve şiir okutmanın dışında ‘işe yaramıyorlar’!

Nedense, ürettiklerimize el uzatarak onları geniş yığınlarla buluşturma iradesi hep öteleniyor.

Ben son on yıldır ‘kimin için üretiyoruz’ sorusunun yanıtını arıyorum. Sağıma dönüyorum kuşatma, soluma dönüyorum kuşatma!

Oysa üretilen oyunları, şarkıları, operaları, baleyi, senfoniyi, filmleri, yazılan romanları, şiirleri, öyküleri, çizilen karikatürleri, boyanan tuvalleri, yontulan heykelleri hayatı ve insanı değiştirmek için kavganın içine atmak; hiçbir siyasal yapıyı eksiltmez, aksine çoğaltır, zenginleştirir, büyütür, geliştirir ve erginleştirir.

Önümüzdeki süreçte, bu yeni olmayan önermenin düşünülmesini-tartışılmasını ve hayatla buluşması için kanalların kadar açılmasını umuyorum.

Yoksa ‘ondan şikâyet bundan şikâyet’ durumu, sürüp gidecek.

oaydinoaydin@gmail.com