26 Temmuz 2010 Pazartesi

Erdem...

Doğanın gözyaşlarına dokunur gibi ağlayan ağaçlara el sürmek, yaşama umutla tutunma tutkusunu çoğaltıyor insanın.

Yeniden algılıyorsunuz, dingin sessizliğin içinize doldurduğu sevinci.

Kökleri deniz suyuna karışmış, dalları tuzlu damlalar devşiren bir ağaç olmayı kim istemez ki?

Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın sürgün edildiği bu topraklarda, bize bıraktıklarının izini sürmek biraz da böyle bir şey olsa gerek.

Gün batımlarında melisa kokularıyla yolculanıyor kıpkızıl güneş, alnın ışıyor.

Talan edilmiş koylar, imara açılıp peşkeş çekilmiş köyler, her geçen gün daha da karartılan çevre, kalabalık et yığınları geleceğe olan inancınızı törpüleyemiyor!

Tutku üstün geliyor, birlikte reddediyorsunuz bu beyaz yalınlığa yüklenen kirlenmeyi.

Sünger avcılarının, balıkçıların barınakları lokantalara dönüşmüş, satsuma bahçeleri otellere kurban edilmiş, tarihsel miraslara silah tüccarları konmuş, kimin umurunda?

Mutlu bir azınlık tüm kıyı şeridini kasalarına akan para kaynaklarına dönüştürmüş kime ne?

Dağ, taş, tepe, bayır ev ev ev, yol boyları, orman içleri site site site, sana ne?

Güzellik, doğallıkla birlikte çalınmış, iç edilmiş tarih, bize ne?

Sen bir evlek çakıllı kumun üstünde doyasıya yaşa özgürlüğünü ve sus susabildiğin kadar.

Görme, duyma, anlatma.

Seyret yalanı, talanı.

Alıştır kendini sahile vurmuş küçük ve yaralı bir balık gibi bir damla suyla yaşamaya!

Tadını çıkar bu hapsedilmiş özgürlüğün.

Ama olmuyor beceremiyorsun.

Önce ellerin titriyor, yüreğin köpürüyor, sonra ağız dolusu haykırışlar çoğalıyor her soluğunda.

Hangi ülkede yaşadığını düşünüyorsun, katmerleşiyor öfken.

TV haberlerinden taşan zırıltılar kirletiyor özgürlüğünü, devinip duruyor bedenin..

Ülke bir oldu bittinin eşiğine iteleniyor, büyük çoğunluksa yine seyirci durumunda izliyor.

Susmamalı bu halk, bu siyasal namussuzluğa bir yanıt vermeli artık diyorsun, köpüren sulara karışıyor sözcüklerin.

Bildik bir koro hep bir ağızdan 'eveeet' diye bağırıyorlar.

Utanıyorsun.

Erdal Eren, Necdet Adalı kardeşlerimin faşist katillerce katledilmeleri, adamın ağzında bize savrulan bin küfür gibi, gözleri irin olmuş ağlıyor!

Alkış-kıyamet kopuyor korodan.

İğreniyorsun.

Yüreğin titriyor.

Durduk yerde, yollara koyulmak isteğin kabarıyor.

Kendini Cevat Şakir'in elleriyele diktiği okaliptüs ağaçlarının anıt gibi dimdik duran gölgeliğinde, Nâzım Hikmet Sokağı'nda buluyorsun.

Alnın yanıyor kızgın güneşten, için ısınıyor.

Şimdi diline dizilen küfürleri yumruk yapmak için, erdemini güçlendirecek bir sığınağın var.

Ülke talanını, söylenen yalanları alkışlayanlar, secdeye varıp el-etek öpenler, kardeş kanı üstünde kurt kapanları kuranlar bu ağaçların gölgesini ne kadar hak ederler diye soruyorsun kendine!

Ya bu sokağı, bu sokağın taşıdığı adı?

Rengarenk begonviller doluyor gözlerine.

Rüzgar ılgın dallarından tuzlu damlalar devşirmiş.

Nâzım'a tutunuyorsun.

“..İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa, duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa, ninni yalan söylüyorsa, rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
ses yalan söylüyorsa, söz yalan söylüyorsa,
ellerinizden başka herşey herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir.

Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”

oaydinoaydin@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder